20 Aralık 2009 Pazar

Interrail Anıları, 4.Gün



23 Ağustos 2007


"Tulumların içinde biz, Adriyatik'in üzerinde o muhteşem yakamoz" derken güneş göstermiş yüzünü. Sabah olmuş, hava aydınlanmış kime ne! Akşama bir yatağımız olacak mı olmayacak mı, henüz bilmiyoruz. Bu yüzden, "uyuyabildiğimiz kadar uyuyalım, denize bakmaya doymuşuz zaten, kalkıp da ne yapıcaz" diyoruz.

İlk uyanan Recep olmuş, ilk işi de bizi fotoğraflamak:




"Topu dikmişsin" derler bizim oralarda benim yatış şeklime. Başımın altında plaj havlusu, uykunun son demleri...

Ekipte, yeni güne gözlerini açan ikinci kişi ben oluyorum. Uyuyan insanı çekmenin ilginçliği nedir bilmiyorum ama benim de ilk işim fotoğraf:




Döndüğümüzde, facebook'ta yaptığım albüme bu fotoğrafı da koymuştum. Liseden arkadaşımız Mahmut, bu kareyi; "niyet fotoğraf sanatı icra etmek değil, sırf saplıktan elalemin aşkına meşkine özenmek" olarak yorumlamıştı. Benim savunmamın üzerine de -kopyala yapıştır ile aktarayım- Kıvanç'ın şu yorumu gelmişti:

"gece yedi tabi pilakiyi ölecene yattı. pilaki uykudan önce bi özkaynak bi kızılay soda ister, yoksa hemen yattımıdı kaldırmazsın topu bi daha dikersin öyle. kıvanc orada tam bir avrupalı gibi aslında orada mahmutum; cevrede, 3 metre ötesinde olan bitene aldırış etmeden uykusunun dadını cıkarıyor"

Hâlâ aynı geyiği çevirirler bir araya geldiğimizde. Devam edelim... Öğlen olduğunda herkes güvertede gerine gerine, esneye esneye dolaşmaya başlıyor. Yine Pythion ekibinden iki Türk kızı görüyorum, "60 Euro verip gemide oda rezervasyonu yaptırdıklarını, fakat 6 kişilik ranzalı odaları gördüklerinde hayal kırıklığına uğradıklarını" söylüyorlar. Recep'le "İyi ki biz niyet etmemişiz odaya modaya, 3x30 Euro cepte kalmış hadi" diyor ve dalgamızı geçiyoruz kızlarla. 4 gün sonra bir trene bindiğimizde, 3x50 Euro'nun "Allah'ın sopası yoktur" lafını ispatlarcasına 30 sn içinde şık diye cebimizden çıkacağını ise henüz bilmiyoruz. Zaten bilsek, hiç inmeden aynı gemiyle Yunanistan'a geri döner, 22 günün 22'sini de orada geçirirdik. Öylesine koymuştu bize o ceza!

Sonunda bizim Kıvanç da uyanuyor. Birer konserve patlatıyoruz kahvaltı niyetine, yanında ise Atina'dan bizimkilerin karşı çıkışına rağmen "nasıl bişeymiş acaba?" diye aldığım Armut suyu. Alışık olmadığımız bir tat çıkıyor ve konservelere katıksız devam ediyoruz. "Biz sana demiştik, alaydın adam gibi bi vişne şeftali" eleştirileri üzerimde...

Geminin akşam 6 gibi Ancona'da olacağını hesapladığımız ve bir an önce varmak isteğimiz için, o günün öğleden sonrası bir türlü geçmek bilmiyor. Satrancın rövanşı oynanıyor, ekipteki herkes aylaklıktan "kendi kafası+güverte" fotoğrafları çekiyor. Onlardan biri:




17-18 saattir aynı ortamda bulunan bizlerin canı sıkılıyor da sıkılıyor. Sağımız solumuz uçsuz bucaksız deniz, bakın bakın nereye kadar! Etrafta hiçbir kara parçası görmüyoruz ama bir ara "Hırvatistan ne tarafta kaldı la?" diye tartıştığımız bile oluyor. Can sıkıntımız arttıkça içtiğimiz sigaraların izmaritlerini baş parmak ile orta parmak arasına sıkıştırıp, "camdan kim daha uzağa atacak" amacıyla yarışıyoruz. Güzelim denizi kirletiyor olmamızı hiçe sayıp "Adriyatik'e bu hareketle sigara atmadık demeyiz olum" diyerek kendimizi avutuyoruz.

4 gündür üstümüzde terleyen ve çantalarda kokuşan eşyaları cam kenarındaki demire diziyoruz. Sigara fırtlatma yarışının üstüne, "donu atleti serme" hareketiyle de bulunduğumuz alanı adeta bir köy arabasına çevirmiş oluyoruz böylece:




Zaman o sıkıntıydı bu geyikti derken geçiyor. Artık, Gök Mavililerin ülkesi ufukta gözüküyor! Mavi-beyaz inmiş, geminin direğine yeşil-beyaz-kırmızı bayrak çekilmiş. Heyecanlanıyoruz, Ancona'yı uzaktan seçmeye çalışıyoruz. Anons yapılıyor "bir saate Ancona'dayız, ona göre pılı pırtıyı toplayın" diye. Daha da heyecanlanıyoruz! "İtalya'ya ilk hangimiz ayak basacak?" yeni yarışmamızın adı oluyor.

Saat 6 oldu sayılır, Ancona Limanı gözle görülür hale geliyor önce. Sonra ise limana bakan yamaçtaki evler. Emre Abi "sanki sövalyeler kılıçlarını çekip karşınıza çıkacak gibi hissedeceksiniz o manzarayı görünce" demişti, kendisini bir kez daha teyit ediyoruz. Fakat hava bir hayli kapalı, "İtalya bizi yağmurla mı karşılayacak?" sorusu tüm backpackerların ağzında. Yine de mutluyuz, çünkü 'seyahatteki ikinci ülke'ye başlıyoruz!

Kahverenginin her tonundan o evler, tipik İtalyan panjurlu pencereler ve gün içinde yağmış yağmurun kokusu. Yine yağsan ne farkeder be gökyüzü, bizim yüzümüz gülüyor!

Klasik 'topçu' pozlarımızdan biriyle gelsin bu mutluluğumuzun ifadesi:




Tüm gemide fotoğraf telaşı, Bizim Fırat-Gizem çiftinden de bir "Ancona hatırası" :




Çantalar toplanıyor, birşeylerin unutulup unutulmadığı kontrol ediliyor. Sırtlanıyoruz yükümüzü, çıkışa doğru kalabalığın peşine takılıyoruz. Biz tırrım tırrım en alt kata inene kadar, Ancona "hoşgeldiniz beyler" dercesine sağanak yağmuruna başlıyor. Bizim dışımızda diğer backpackerların da Ancona Tren Garı'nın nerede olduğu ve tren saatleri hakkında en ufak bir fikri yok, biraz beklemeye karar veriyoruz. Sanki Anfield Road tünelindeyiz de birazdan Şampiyonlar Ligi şarkısı eşliğinde sahaya adımımızı atacağız. En azından benim heyecanım bu kadar yüksek! Bir iki kare alayım İtalya'nın bizi bu nazik karşılayışının hatrına diyorum:




Ekip de bendeki bu heyecanı görmüş olacak, "sen git sor bakam şurdan bi agaya, gar yürüyerek ne kadar çekiyomuş burdan" diyor bizimkiler. Fırlıyorum yağmurun ortasına! Bu sırada İtalya'ya ilk ayak basan da ben oluyorum. Bu rekabet daha sonra diğer ülkelere de taşınacak. Limana park etmiş bir arabaya yöneliyorum. Ya adam anlatamıyor ya da ben anlayamıyorum, haybeye bir konuşma geçiyor aramızda. O arabanın içinden konuşurken yağmuru yiyen ben oluyorum. En azından hangi yöne doğru yürüyeceğimizi öğrenip dönüyorum geriye. Şansımıza bir iki dakika içinde yağmurun şiddeti azalıyor ve başlıyoruz sandaletlerle şıpıdık şıpıdık yürümeye.

Yürüdüğümüz istikamette gördüğümüz her "stazione" yazılı tabela "yürüyün gençler doğru yoldayız" diye birbirimizi motive etmemizi sağlıyor. Tabii yol üzerinde İtalya'nın ilk fotoğraflarını çekmeyi de ihmal etmiyoruz. Herkes makinesini diğerine veriyor ve "çek bakam şu sokaklarda beni" ricasında bulunuyor:




Recep bir restaurantın önünü tercih ediyor:




Ekip kalabalık, yürürken de fotoğrafı eksik etmek yok:




Bir köprünün altından geçerken Ancona Ultras'ının spreyle yazdıklarına takılıyor gözümüz. Ultras'a yakışır güzel motifler işlemiş agalar. Ultras'ın genel bir isim olduğunu ve İtalya'nın birkaç tanesi hariç tüm kulüplerinin, Avrupa'nın ve Güney Amerika'nın birçok kulübünün endüstriyel futbola karşı duran taraftar gruplarının bu ismi kullandıklarını hatırlatalım.

Yaklaşık 20 dakika yürüdükten sonra gara varıyoruz. Orada farkediyoruz, başka bir saat dilimine geçtiğimizi ve saatlerimizi birer saat geri almayı unuttuğumuzu. Herkesin istikameti Roma, tren saatlerine bakıyoruz; 18.56'da Roma Termini'ye tren var. Bir saat kadar bekleyeceğiz. Fırsat bu fırsat, tüm ekip çantaları bana emanet edip bir market bulmaya çıkıyor. Bana da yere çömüp etrafa bakınmak kalıyor.

Yarım saat kadar bekliyorum, canım sıkılıyor. Bir telefon kartı alıp evi arıyorum, "İtalya'dayız" haberini veriyorum. O ara ekip geri dönüyor yeni konservelerle. Ardından perona geçiyoruz:






Tren geliyor... İstikamet başkent! Bir vagona yerleşiyoruz hepimiz. Biletlerimiz kontrol edildikten sonra kimimiz uyuyor kimimiz ise etrafı seyrediyor. İtalya'yı doğudan batıya keseceğiz ve yaklaşık 4 saat sürecek çizmedeki bu ilk tren seferimiz.

Yol acıktırıyor ve Kıvanç'ın Türkiye'den kalan son korservesi "yaprak sarma"sını zorla da olsa açtırıyoruz. Karnımız tok, yolumuz uzun... Trenimiz küçük kasabalardan, yemyeşil vadilerden ve uzun tünellerden geçiyor. Bir ara hareket halindeki trenin camından kafamı çıkartıp bir kare yakalıyorum:




Uyuyorum... Roma Termini Garı'na vardığımızda bizimkiler uyandırıyor, ne kadar büyük bir tren garına geldiğimizi henüz farketmiyorum. Pılı pırtıyı toplayıp iniyoruz. İndiğimizde görüyoruz ki istasyon tam 24 perondan oluşuyor. Saat neredeyse 12 olduğu için gardaki tüm mağazalar kapalı, artık günün son trenleri geliyor Roma'ya. Ekiple nerede uyuyabileceğimizi ayaküstü konuşuyoruz. Kararımız; "başımızı yastığa koyabilmek", yani bir hostel bulmak.

Lonely Planet'taki tavsiyeli hostellerden, içinde kendine özel diskosu dolayısıyla bizi cezbeden gençlik hosteli Yellow Hostel'i bir görelim diyoruz. The Yellow'u buluyoruz bulmasına da, resepsiyondaki junior Del Piero adam başı 35 Euro çekiyor. Biz "yok" diyip çıkarken, Fırat'la Gizem orada kalıyor. Vedalaşmaya gerek yok, rotamız birbirine çok benzediğinden nasıl olsa yine biryerlerde 3. kez denk geleceğiz. Emre Abi'nin kroki ile çizerek anlattığı hosteli bulmak o saatte zor olacağından, Termini'nin hemen yan caddesi olan ve üzerinde bir çok hostel bulunan Via Marsala'ya yöneliyoruz. 4 kişiyiz; 3 biz ve bir de "May I watch" diye bizimle tanışan Oğuzhan...

Caddeye çıkar çıkmaz ilk otelin önünde bekleyen adam, turist olduğumuzu gözlerimizden ve çantalarımızdan anlıyor. Adam otelin resepsiyon görevlisi çıkıyor ve bize kalacak yerimiz olup olmadığını soruyor. Ardından, amacı bize oda satmak. "Sen önce fiyattan haber et aga" diyoruz, kişi başı 25 Euro çekiyor. Yola çıkmadan önce Avrupa hostellerinin gecelik fiyatlarının 15-20 arası kısmını kendimize uygun gördüğümüzden, "yok olmaz, çok dedin, in biraz" diye başlıyoruz pazarlığa. Gerçi, adamınki bildiğin iki yıldızlı otel, niye indirsin ki! Bu arada, otelin adını bile hatırlıyorum; Hotel Stromboli. Kendisi bir Akdenizli olduğundan olsa gerek insaflı çıkıyor ve kişi başı 20 Euro'ya anlaşıyoruz. O saatte 2 Euro daha ucuzunu aramaya hiç gerek yok, geceyi hele bir atlatalım, sabaha bakarız çaresine.

Pasaportlarımız veriyor ve girişimizi yaptırıyoruz. Ben Oğuzhan'la iki tek kişilik yataklı oda alıyorum, Kıvanç da Recep'le. Hiç muhabbete dalmadan herkes yatağına geçiyor.

Sabah işimiz çok; önce yatacak başka bir yer bulacağız, ardından şehri gezmeye başlayacağız. Bu büyüleyici şehre 3 gün ayırmayı düşünüyoruz. İlk günümüzde, şehri ortadan ikiye bölen Tiber Nehri'nin doğusu... Adım adım gezeceğiz, hatıraları biriktirmeye devam edeceğiz.

Başımız ilk kez yastıkta, uyku zamanıdır...

3 yorum:

dr. özge kahraman ılıkkan dedi ki...

selamlarrr... nette oylecene gezinirken fotolarinizi gordum... bende Ancona da okuyorum... gemilerin ugrak yeri:))..fotolari gorunce yazmadan gecemedim..

sezko dedi ki...

Merhaba interrail hakkinda bilgi toplarken sitenize rastladim fakat interrail bolumu yarim kalmis sanirim keske tamamlayabilseymissiniz devamini merak ettim...

Unknown dedi ki...

Keşke devam ettirseymişsiniz, severek okuduğum kitabın tam da heyecanın bölümün başladığı sayfalar eksikmiş gibi oldu böyle :(