20 Aralık 2009 Pazar

Interrail Anıları, 3.Gün



22 Ağustos 2007


Atina'dayız, uyandıran Eirini... Trenden inerken "Acaba bizimkilerin tren gelmiş midir?" sorusu kafamda. Çantaları yükleniyorum ve Eirini ile başlıyoruz peronda ilerlemeye. Sabahın erken saati, biraz kalabalık var. Gözlerimi tam açamamışım, her ne kadar iki gecedir düz bir zeminde uyuyamamış olsam da trenin koltuk tatlı gelmiş. İlerleyen günlerde, yatak değil sadece bir düzlük bizi tatmin edecek.

Ben ağır vasıta misali sağdan sağdan yavaştan yürürken, arkadan biri çaaat diye sol göt cebime vuruyor! Şakanın seviyesi oldukça tanıdık, tam 6 senedir kalabalıkta "aha cüzdan gitti" hissini vermek için birbirimize yaptığımız oldukça seviyesiz bir şaka. Yüzümü çeviriyorum; bizim 'bitirim' ikili karşımda! Kıvanç Ankara sıcağını hafif yemiş, bronz teni 'biraz daha bronz'a çalıyor, Recep ise 2 gün önce bıraktığım Recep.

Eirini'yle vedalaşıyoruz, partner olarak güzelim Yunan kızından iki sapa geçiş yapmak vedanın hüznüne hüzün katıyor. Kızcağız kalabalıkta kaybolur kaybolmaz, Kıvanç yol boyu eksik etmeyeceği o güzel mizahına dakika 1 gol 1 diyerek başlıyor:

"Nerden buldun lan bu Yunan çingenesini?!"

Uzunköprü'de çingenenin içinde büyümüş bir adamdan duyduğum şu lafa bir bakın hele! "Sen nesin lan dalya...k?" gibisinden ağır bir cevap veriyorum ona. Güzelcene, hoş sohbet bir kızcağız alt tarafı. Bu tarz yaklaşımlara ne gerek var? Ama Kıvanç'ın bu lafı, birbirimize sarılma-hâl hatır sorma faslında bizi bayağı bir güldürüyor.

Bu gariban ikili 24 saat aralıksız yoldan -o günün akşamı 22 saatlik gemi yolculuğuna başlayacaklarından henüz habersizler- gelmiş, olabildiğine yol yorgunu, karınları acıkmış. Tek çantalık lockera üç çanta sıkıştırıp, Patra trenlerinin de saatini öğrendikten sonra gardan çıkıyoruz ve kendimizi Atina sokaklarına bırakıyoruz.

Karşımızda orjinal birşeyler çıkacak diye beklerken, tak diye seyyar bir simit tezgâhı görüyoruz. Onlarda 24, bende 48 saatlik memleket özlemi, alıyoruz hemen birer tane 'taze sıcak simit'. Onların simit porsiyonu bizimkine göre biraz daha büyük sanki, suyla götürünce mideyi şişiriyor. Zaten tüm yolculukta, her yemek faslında amaç sadece 'şişmek' olacak. Şişmek için üç yudum lokmayla kola içilecek, Roma'nın sebil çeşmelerine abanılacak.

Lonely Planet'ın ayrıntılı haritası benim elimde, "nereye gidelim?" diyoruz, aklımıza Akropolis'ten başka biryer gelmiyor. Şimdiki aklım olsa ilk olarak Panathinaiko Stadyumu'na giderim. 1896'da ilk modern yaz olimpiyat oyunlarının düzenlendiği stadyum...

Haritaya göre Akropolis'e giriş şehrin en eski semti Plaka'dan olduğunda, istikameti Plaka'ya çeviriyoruz. Akropolis şehrin neredeyse her yerinden görünüyor, böylece Atina ara sokaklarından Plaka'ya ulaşmak çok da zor olmuyor. Akropolis, yaklaştıkça heyecanlandırıyor:




Hemen Akropolis'in de içinde bulunduğu antik alanın girişindeki bilet ofisine yöneliyoruz. Biletler çoğu müzede olduğu gibi öğrenci ve tam olarak ayrılmış, fakat bizde uluslararası öğrenci kartı yok! Tam fiyat vermeye niyetimiz de pek yok, küçük bir katakulliyle 3 öğrenci bileti kestiriyoruz. Yukarıya çıkmadan önce aşağıdaki müzeyi geziyor ve yola devam ediyoruz. Yine Emre Abi, yine çok kritik bir nokta! Bana google earth'ten bile kolayca bulabileceğim kadar iyi çizmişti o fıskıyenin yerini, "Git bi duşunu al, serinle, öyle çık Akropolis'e" demişti. Aynen öyle yapıyorum. Ben kendimi Atina Büyükşehir Belediyesi'nin serin sularına bırakırken Kıvanç'ın eli ise objektifte! Recep de kıkır kıkır gülmekle meşgul sanırım o saniyelerde.








Tsirtü de çıkarıyorum, alandaki tüm turislerin gözleri 'koca yaz deniz suyu görmemiş, İTÜ havuzunda 1 liralık seanslarda birkaç kez yüzülebilir suya temas etmiş' appacık vücudumun üzerinde! Saçlarsa Tuncay Şanlı'yı andırıyor.

Akropolis'e çıkıyoruz, rakım yükseldikçe Atina'nın o meşhur beyaz evlerini seyrediyoruz. "Adamlar güzel şehir yapmışlar aga" diye hayranlığını dışa vuruyor Kıvanç. Akropolis'in ön tarafındaki kontrol noktasından üst çıplak geçen ben, görevli bayan tarafından sert bir şekilde uyarılıyorum: "Put on your shirt please!!". Sanarsın Mekke sınırlarına giriyoruz, alt tarafı Akropolis! Avrupalıyım diye geziyorsun ama benim üstüme başıma laf ediyorsun! Şaka bir yana doğru bir uyarıydı sanırım o. Bizimkilere Eirini'nin esmer teninden sonra ikinci geyik kozunu vermesi de cabası.

Akropolis'te yarım saat kadar vakit geçiriyor, Atina'yı 360 derece seyrediyoruz. Oldukça kalabalık, herkesin elinde fotoğraf makinesi. Biz de üç beş fotoğraf çekinip yollanıyoruz Akropolis bayırından aşağı.






Plaka'nın ara sokaklarındayız, hediyelik eşyacılara göz atıyoruz. Recep gittiğimiz her yerden rozet alıcam demiş kendine, ama daha ilk günden eurocuklara kıyamıyor ve vazgeçiyor. Olympiakos'un taraftar mağazasına dalıyoruz bir ara, o güzelim ürünlere de bakmakla yetiniyoruz. Yol bilmeden iz bilmeden Plaka'yı da bitiriyoruz. Patra trenlerinin saat başı olduğu aklımıza geliyor. "Atina bu kadar yeter, yatıya kalmayalım biz hacı" diyoruz ve aceleyle bir market aramaya başlıyoruz. Birkaç meyve ve ekmek yüklendikten sonra istikametimiz gar! Yolda 34 plaka bir motorsiklet görüyor ve İstanbul'da 17 plaka görmüş gibi heyecanlanıyoruz.

Metroyla gidiyoruz gara. Atina metrosu oldukça yeni ve temiz görünüyor. Ayrıca turnike diye bir oluşuma da gerek duymamış agalar, sensörlü küçük kapılardan geçiyoruz. Vardığımızda acele etmekten biraz terlemişiz. Neyse ki yakalıyoruz treni, çantaları lockerdan alıp trendeki yerlerimizi alıyoruz. Adamlar bizi 4 saat yol götürecek trene Ç1 ( Çanakkale'de bir tür belediye otobüsü ) koltuğu koymuşlar, bizim çömlekler zor sığıyor o koltuklara.

Yarın günlük turun ardında başkente veda ediyoruz. Bir Yunanistan öğleden sonrası bakına bakına ilerliyoruz. Korinth kanalına yaklaşıyoruz, kafamı cama yaslıyorum 1 saniyecik bile olsa göreyim diye. Zamanında az fotoğraflarına bakmadım Mora ile Yunanistan ana karasını ayıran bu kanalın. Ben farkedemeden geçmişiz kanalın üzerindeki köprüden, ruhum duymamış! Bir sonraki kasabanın durağında farkediyorum bunu. Yol mayıştırıyor bizimkileri, Kıvanç uyku için optimum pozisyonu arıyor:




Mora'nın kuzey kızıları ise aynı bizim Küçukkuyu-Altınoluk-Akçay hattı. Heryerde moteller ve kamp alanları, emekliler denize giriyor. Bu küçük kasabaları seyrede seyrede ilerliyoruz Patra'ya doğru. Bu liman şehrine yaklaştığımızı Rio-Antirrio Köprüsü'nü gördüğümüzde anlıyoruz. Elim deklanşörde, sazlıkların arasından bir fotoğraf yakalayabilir miyim diyorum. Denk geliyor bir tane:




Köprü Korinth Körfezi'nin tam girişinde. 2004 Atina Olimpiyat Oyunları'nın başlamasına bir hafta kala açılmış. 10 dakika içinde varıyoruz Patra'ya. İstikamet hemen gemi şirketlerinin ofisleri. Birbiriyle ortak çalışan iki farklı şirket var, ikisinde de Bari'ye bilet yok! İkinci seçenek Ancona'ya gitmeye karar kılıyoruz. Superfast Ferries'ten, Ancona'ya kelle başı 30'ar Euro ödeyerek 'güvertede uyumak' üzere biletlerimizi alıyoruz.

Gemi de gemi hani! Yürüyen merdivenler, asansör derken çıkıyoruz güverteye ve piknik masası gibisinden bir masayı kapatıyoruz hemen. Yemeğimizi orada yiyecek, muhabbetimiz orada edecek, gece de orada uyuyacağız. Tünüyoruz kısaca!

Masaya yerleşir yerleşmez, ilk işim çantadan havluyu çıkarmak oluyor. 3 gündür sıcakta o kadar yol tepen nacizane bedenimin 'apış arası' diye tabir edilen bölümü 'mexican hot' derecesinde yanıyor. Duştan çıkıyorum, bizimkilerde pis bir gülümseme! Yatılı okulların vazgeçilmezi 'duş bahane' esprisi mi gelecek diye düşünerek "Hayırdır?" diyorum, "senin hemen arkandan bi tane de zenci girdi duşa, ne iş la?" sorusu geliyor soruma karşılık. Çok daha ağırmış meğer o pis sırıtışların ardındaki sebep! Yan duşa giren zencinin de benim de günahımı alıyor çakallar. Irkçılık da "+1" yazıyor günah hanelerine...

"Arka tarafa gidelim kalkışı izleyelim" diyorlar, Tuncay Şanlı'dan bir Puyol bir Coloccini modeline dönen saçlarımı da savurarak eşlik ediyorum bizimkilere. Gemi kalkerken "kalbim Adriyatik'te kaldı" şiirimizin ilk mısrası oluveriyor. O eşine az rastlanır gün batımına bir saatten az zaman var! Herkes güvertenin kıç kısmındaki çay bahçesine benzeyen alanda. Eller sallanıyor limana; sanki tarih 10 Nisan 1912 ve ben Southampton Limanı'ndayım.

Gemimiz aheste aheste Mora'dan uzaklaşırken birer sandalye çekiyor ve Kıvanç'ın Davidoff paketin jelatini açaraktan sömürmeye başlıyoruz. Bu arada benim çantada Pall Mall var. İki paketi de Patra'daki marketten almışız, ama öncelikli tercihimiz "kalite". Davidoff'tan çektikçe Kıvanç bizim Recep'le ortak aldığımız turuncu Pall Mall'a sallıyor da sallıyor. Neymiş? Üç kuruşa daha kıyıp adam gibi bir sigara almamışız da gidip Amerikan köylülerinin sefil sigarasını almışız! Sene 2009, hâlâ iddia eder "O Pall Mall paket bitmeden döndü Türkiye'ye, hep benden otlandınız" diye.

Biraz fotoğraf çekinek diyoruz ve bir "Çanakkale-Eceabat vapurundaki ortaokullu gezi grupları" klasiği geliyor bizimkilerin aklına; "Titanik yap Mustafa!". Ayağa kalkmaya, şova lüzum yok, oturduğum yerden:




Ama bu manzara da kaçmaz hani! Güneş batarken, takımın yeni transferinin basın toplantısı misali deklanşörler şakır şakır!




Keyfe biraz ara verip, içeriye, masamıza geçiyoruz. Benim Pythion'da uğurladım Türk gruptan iki tanıdık yüz var iki masa ötede; Fırat ile Gizem. Sağolsunlar, biz gariban seyyahlara meyve ikram ediyorlar. Bu arada, 'gariban seyyahlar'da meyveye kısıtlı bütçe var ama çantada da paraya kıyıp alınmış kuzu gibi Smirnoff North yatıyor, o gece içilmeyi bekliyor. Onlarla bizim ekibi tanıştırdıktan sonra İtalya rotamız üzerine konuşuyoruz Kıvanç ve Recep'le. Rota; Ancona-Roma-Floransa olacak gibi görünüyor şimdilik.

Artık gece bastırıyor... Midelerde guruldama sesleri. Neyse ki karnımız acıktığında barbunya pilâki imdadımıza yetişiyor. Ban ekmeği! Bu leziz yemeğin üstüne yine Davidoff yakışır, 3 daha gitti, kaldı 14 dal! O sırada yine Pythion ekibinden iki Fransız elemanla selamlaşıyorum. Masamıza davet ediyoruz ve "turist çoktur, kızlarla tanışırız kesin" ümidiyle bindiğimiz gemide 3'ten 5 sapa yükseliyor grubumuz. İstanbul'dan Pythion'a doğru yol alırken trende satranç oynayan çocuklar bunlar. Bizim "Çanakkale birincisi olup okul bütçesinin yetersizliği nedeniyle Ankara'daki finallere gidemeyen" eski şampiyon Kıvanç, Fransız dostumuzu oyuna davet ediyor.
Tam tabiriyle; çok fena tokatlıyor Kıvanç junior Lizarazu'yu!

Fotoğraf için kasedi 10 saat kadar ileri saralım; sabah kalktığımızda oynanan ve yine Kıvanç'ın zaferiyle sona eren rövanş mücadelesinden bir kare görelim:




Fotoğrafa dikkatli bakacak olursanız, pratik zekalı temsilcimizin kül tablası olarak kullandığı cismi farkedeceksiniz. E bu kıvrak zeka rakip mi tanır?! Bizimkiler oyuna devam ederken, uzun saçlı bir eleman yaklaşıyor ve "May I watch?" diyor. Buyur ediyoruz masamıza, "nerelisin?" diye sormamız yeni bir sürprizi de beraberinde getiriyor, kızan Türk çıkıyor. Zaten erkek, ettik 6 sap!

Oyun bitip saat gece yarısını geçtikten sonra Recep'le arka tarafa gidip birkaç shot Smirnoff'la içimizi ısıtıyoruz. Ardından Kıvanç'ı da alıp alt kata, restaurant ve barın olduğu bölüme bir göz atalım oluyor kararımız. İniyoruz bakına bakına... Ama ne görelim!! Gençlik vardır diye indiğimiz, disko dedikleri yer midemizi kaldırıyor! Namussuzum bizim Altınoluk'un diskoları Reina kalır oranın yanında! 60+ yaş ortalamasına sahip enerjik bir grup, cesurca figürlerini sergiliyor. Girişimiz ve çıkışımız 5 sn!.. Kumarhane bölümüne bir göz atıyoruz. Herkes laçka, sıfır gerilim. Biz otursak eşli pişti oynasak iki el, daha ciddi oyun döner o masada! Geminin restaurant menüsüne bakarak yetinip, son durağımıza, yani gemi şirketinin ürünlerinin satıldığı markete giriyoruz. Çok pahalı, yine hiçbir şey alamıyoruz. Orada gördüğüm; üzerinde geminin çizimi olan ve "I was on board" yazan tsirt içimde kalmıştır, eğer bir daha geçersem o denizi, mutlaka alacağım!

Alt kattaki turu sona erdirirken yorgunluk çöküyor üçümüze de. Yukarıya çıkıp alanımızı parselliyoruz ve seriyoruz tulumları! Yatak yok ama en azından düz bir zeminimiz var. Tren koltuklarındaki uykuların ardından ona bile hasretiz!

Uyku vaktidir... Sabah, Adriyatik'te süzülen o güzelim gemiyi 'köy arabası'na çevireceğiz. Akşama bir orta çağ kenti görünümüyle bizi karşılayacak olan Ancona'ya varacağız, gece yarısı ise başımızı 'yastığa' Roma'da koyacağız.

Hiç yorum yok: