20 Aralık 2009 Pazar

Interrail Anıları, 1.Gün

Interrail sözcüğünü ilk kez 2004 yazında, arkadaşım Çağlar'la Küçukkuyu'dan Assos'a otostop çekerken tesadüfen arabasına bindiğim çizer Yılmaz Aslantürk'ten duymuştum. Avrupalı gençlerin nasıl seyahat ettiğinden, genç yaşımızda gezip görebileceğimiz yerlerden, imkanlardan bahsetmişti. En fazla yarım saatlik bir yolculuktu, çok konuşamamıştık ama ben o eski seyyahın her cümlesini yazmıştım ezbere.

Belki bir gün ben de geçerdim onun gençliğinde geçtiği yollardan...

Sene 2007 olmuştu ve bahar aylarında bizim Recep'le bir heves "biriktirelim parayı yapalım şu Interrail'i bakam" demiştik. O gaz, öyle bir süre idare etmişti bizi. Yaz başı biz 'gider miyiz gidemez miyiz'deyken, Kıvanç'tan da bir "katılırım aga" almıştık. Artık birbirini iyi tanıyan, ayağa top yapan, tek hedefe, 'gideriz'e motive olan bir ekiptik!

Tadına doyum olmayan Vadi Yurtları'nda yaz okulu vol.1 'i de tamamlıyorduk ve artık tüm konsantrasyonumuzu o 22 güne vermiştik. Pasaport-Bilet-Vize sırasıyla halledilecek kağıt üstündeki hazırlıklar bizi biraz bezdirmişti açıkçası. Hatta o yoğun dönemin bir gecesi, sabaha da mat2 finali varken, Recep'i yurdun bahçesinde bira yaparken görmüş ve "naabıyon olum orda?" soruma "ben gitmicem len" cevabını almıştım! En olmayacak zamanda, söylenecek en olmayacak cümleydi. Neyse ki sabaha eski motivasyon yerine gelmişti.

Haberimiz yoktu tabii; o geçici vazgeçme kararının henüz hiç birşey olmadığından ve Interrail sırasında çok kez vazgeçip, tekrar yolumuza koyulacağımızdan.

Bu geziyi şimdiden tek cümleyle özetleyecek olursam; %80'i kötü, %20'si ise çok iyi sürprizlerle doluydu bizim yolculuğumuz diyebilirim.

Biz Recep'le hepsinden ikişer çıktı alınmış vize evraklarımızı İtalya Konsolosluğu'na teslim etmiş ve pasaportları alacağımız günü beklemeye koyulmuştuk. Biletlerin üzerinde 20 Ağustos'ta başlarız yazıyordu ama Gök Mavililer ne derse olacak, vizenin üzerinde hangi tarih yazarsa o gün başlayacaktık. Kıvanç ise Uzunköprülülüğünü, yani Yunan sınırına yakın bir şopar kasabasında büyümüş olmayı avantaja çeviriyor ve tercihini Yunanistan Büyükelçiliği'nden yana kullanıyordu.

Günler geçiyor, 17 Ağustos'taki vize randevusuna 3-4 gün kala, memleketim Çanakkale'ye anneme yolluk poğça yaptırmaya gidiyor ve orada da boş durmuyor, görmek istediğimiz şehirleri araştırmaya devam ediyordum. Hatta Interrail Türkiye mail grubundan tanıdığım Özlem isminde sevdiğim saydığım bir couchsurferdan Lonely Planet-Western Europe kitabını rica ediyordum. Sağolsun kargoyla 2 günde ulaştırıyordu. O günlerde sağda solda seçim afişlerinde "durmak yok yola devam" olarak gördüğümüz ( bu slogan yolculuğa başlamamızla beraber hafif bir değişime uğrayacak ve "durmak yok 'ton'a devam" olacak ) slogana uyuyor ve eski Interrailcilerle temas kuruyordum. Dirsek temasında olduğumuz Elçin Başkan'ı Çanakkale'de kıstırıyor ve kendisini iki kahveye kandırıyordum. Haziran ayında bir Interrail yapıp gelmiş, ciğerlerinde hâlâ Avrupa havası bulunan Elçin'e "anlat ulan anlat" diyordum. Sağolsun varolsun, trenlerde ve şehirlerde dikkat edilecek hususları bir bir sıralıyor, bense Van Gaal hesabı notlarımı alıyordum.

16 Ağustos gecesi, bu kez Maslak'a değil de biraz daha uzaklara gitmek üzere, "kurumadan çabuk yiyin" tembihi alınmış hamur işi nevaleyi de yüklenip, her zamanki tercihim Truva Turizm'le Çanakkale'den ayrılıyordum. 17 Ağustos sabahı Recep'le Taksim'de buluşuyor ve her sayfası gelin arabası gibi gıcır gıcır pasaportumuzu almak üzere İtalyan Konsolosluğunun bayırında aşağı sallanıyorduk. İçeri alınmamız fazla zaman almıyordu.

Recep'e içeride birşey sordular mı bilmiyorum ama görevli pasaportumu bulmaya çalışırken bana Interrail için çok vize başvurusu aldıklarını söylüyordu. Stresli bense, bir an önce, o kadından "iyi yolculuklar" dileğini duymak istiyordum. Bir dakika bile geçmeden duyuyordum da! Benden sonra Recep de bir tur giriyor ve çıktığımızda kapının önünde birbirimize sırıtıyorduk. Boncuk boncuk terlemişiz tabii. Pardon, bu günler sonra yazacağım bir hikâyeydi, karıştı.

Kısacası, girişimiz Parken Stadyumu'na çıkan Hakan Şükür stresinde, çıkışımız ise kupayla fotoğraf çektiren Ergün Penbe rahatlığında oluyordu.

Fakat, gün içinde, başlangıç tarihi olarak 14 Ağustos yazılmış vizemizin tadını çıkaramadan Ankara'daki Kıvanç'tan yolculuğun ilk kötü haberini alıyorduk. 2 gün öncesine kadar komşum dediği Yunanistan'dan ilk kazığını yiyordu kendisi. Bizim biletlerde 20 Ağustos yazarken, onun vizesine 21 Ağustos'ta başlar yazıyordu Sirtakiciler. Yani, bir günümüz güme gidiyordu. Gün içinde, ben, kararımın 20 Ağustos'ta öyle ya da böyle başlamak olduğunu ikisine de bildiriyor, onların mutabakatını beklemeye koyuluyordum. Recep de 20 Ağustos Pazartesi günü kredi kartları işlerini halledeceğinden Kıvanç'la birlikte 21 Ağustos'ta yolculuğa start vereceğini söylüyordu. Yeni bir karar alıyorduk; ben 20 Ağustos sabahı mesai saatiyle beraber Sirkeci'den başlıyor, Yunanistan'da ortalığı bir kolaçan ediyordum. Onlarsa bir gün sonra Uzunköprü'den Bismillah diyip sınırı geçiyor, 22 Ağustos sabahı Atina Garı'nda buluşuyorduk. Hiçbirimizin telefonları yurtdışı kullanımına açık olmayacağından, herhangi bir sorunda bizim Çanakkale'deki evi muhabere merkezi belleyeceğimiz varılan son karar oluyordu. Haberleşme işi de tamamdı! Bu yöntemi sonraları birkaç kez daha kullanacaktık...

O haftasonu heyecanım daha da artıyordu. Yolculuğa yalnız çıkacaktım...

"Ya sıkılırsam?" , "Trende kızlar olur mu, muhabbet çıkar mı?" akıllara gelen ilk sorular oluyordu. Eski Interrailcilerden bizim Çanakkale Fen Lisesi mezunu Emre Abi'yi de haftasonu Profilo'da denk getiriyor, ayrıntılı Interrail tüyolarını da ondan alıyordum. O da sağolsun varolsun, buluşmaya haritasız geldim diye önce beni fırçalıyor, sonra da birkaç şehrin krokisini elle çiziyor ve çok kritik noktalar belirliyordu. Atina Akropolis alanında duş alınacak bahçe fıskıyesi ve Floransa Arno Nehri'nde Ponte Vecchio'nun bir yanındaki köprünün ayaklarında şarap içilebilecek gizli noktalar gibi... "Paris'te metroya binince biletleri kek gibi atmayın hemen, çıkışta da okutuyorsun, sonra yanarsınız Allahıma!" gibi uyarılarını da tek tek not tutturuyordu.

Düşünün! 19 yaşınızdasınız ve 2 dakika içinde işittiğiniz 3 cümlede Atina-Floransa-Paris şehirleri ardarda geliyor. Heyecanlanmamak, sabırsızlanmamak elde mi?

19 Ağustos gecesi geliyor, sabaha 8.30'da tren var, bünyede heyecan var! Ne var ne yok tek tek kontrol ediliyor ve 22 gün boyunca sadece bir kez yapılacak eylem gerçekleştiriliyor; herşey özenle çantaya yerleştiriliyor. Bu özenle çanta yapmaya nazaran sadece 3-4 kez fazladan gerçekleştirilecek eylem de yerine getiriliyor; duş alınıyor.

65 litrelik çanta son bir kez kontrol ediliyor;

Sandalet-ok, deniz şortu-ok, pasaport-bilet ve nakit parayı boyna asmak için askeri malzemeciden alınmış kamuflaj desenli cepken-ok, Tahtakale'den temin edilmiş 50cl'lik termos-ok, ton balıkları ve barbunya pilâki-ok, haritalar ve notlar-ok, 'oralarda taharet musluğu yok, lazım olur' niyetiyle alınmış kalite nivea ıslak mendil-ok.
Uyku tulumu ve mat da poşet yardımıyla çantaya bir güzel bağlanıyor. Poğçalar ise acil durumda kolay ulaşılabilecek bir yerde.

Ayrıca, standart boyutta bir sırt çantasına, üniversitenin ilk aylarında fotoğrafçılık hevesiyle alınmış 84 model Fujica fotoğraf makinesi, 6 adet 36'lık film ve ıvır zıvır da yerleştiriliyor. O güne kadar, o makineyle çekilen fotoğraflar; "Dijital makineyi napıcaz aga, nişan düğün fotoğrafı çekmeye mi gidiyoruz? Bu makine işimizi görür, taş gibi çekiyor baksana" argümanını beyne yerleştirdiğinden, yolculuğa başlarken makineye güven tam!

Ama ilerleyen günlerde, cihazın 2 senedir bitmeyen pilinin kritik anlarda s.o.s. verdiğine şahit olmayacağız demek de değil tabii bu.

O gece, az uykuyla, hayallerle meyallerle sabah yapılıyor.


'İki sene önce bugün'kü gün artık başlıyor...


20 Ağustos 2007

Geceyi geçirdiğimiz, bizim liseden Hasan'ın Zeynep Kâmil'deki evinden, Recep'e 48 saatliğine veda ederek ayrılıyorum. Saat 7 gibi, durakta Kadıköy otobüsünü beklerken, önümde küçük çantam ve sırtımdaki büyük çanta, nam-ı diğer backpack'im ile beni gören insanların hakkımda neler düşündüklerini merak ediyorum. Otobüsle Kadıköy, ordan ver elini Eminönü! Vapurda, depresif liseli genç havasında Boğaz'ı kısık gözlerle izlerken "Allahım bi işe kalkıştık, şu yaşımızda böyle bi maceraya atıldık ama, sen sonumuzu hayır et" diyorum kendi kendime. Eminönü'nde, büyüklerimizin bir numaralı yolculuk kuralı "yol acıktırır" gereği, tedariği sağlam tutmaya karar veriyor ve büfede bir sosisli bir açık ayranla kahvaltımı yaptıktan sonra iki sosisli de paket yaptırıp ufak çantaya zulalıyorum.

Sirkeci Garı'na girerken heyecandan ayaklarım öyle bir titriyor ki anlatamam. Sirkeci-Halkalı banliyösüne insanlar koşuşturuyor, akbil makineleri o hepimizin bildiği senkronda dalidili havalı korna misali ötüyor, benim gözler ise sadece Pythion trenini arıyor. Uzun saçlarımın ve turuncu tsirtümün -backpacki hiç saymıyorum bile- dış görünüşüme kattığı uçarı İzlandalı seyyah genç havasını, en sol perondaki tren şefine "Selamın Aleyküm" çekerek dağıtıyorum. Sanmıyorum; o tipimle İngilizce konuşsam, Çanakkale kütüğüne kayıtlı bir Türk olduğumu anlayacaklarını. Gerçi daha sonraları, kimi şehirlerde pantolon gömlekle gezerken Türklerin gözümün içine baka baka İngilizce konuştuklarını da hep beraber göreceğiz.

Şef trenin Uzunköprü'ye kadar gideceğini, sadece tek vagonun Meriç'i geçeceğini söylüyor ve yurtdışı vagonunu gösteriyor. Atıyorum adımımı vagona, ilk defa bir trene biniyorum! Kompartmanlar boş, Namık Kemal otobüs dinlenme tesisleri tuvaletinde pisuvar seçme taktiğimle ortalardan bir kompartman seçiyor ve çantalarımı bırakıyorum. Saat 8.20, kalkışa 10 dakika var. Emre Abi'den aldığım "Türk ve Yunan trenlerinin ne zaman kalkacağı-varacağı belli olmaz, aman dikkat et koçum" öğüdü gereği kapının sadece iki metre açığında bekliyorum, bugün benden başka Interrail'e başlayan var mı diye bakınıyorum etrafa. Yarım saat sonra Amerikalı, 2 gün sonra Fransız olduklarını öğreneceğim 2 ayrı grup da biniyor benim vagona. O ara farklı bir manzara takılıyor gözüme. Aslında alışığım memleketteki asker uğurlamalarından, ama Sirkeci'de o sahneyi görmek biraz garip geliyor. 2 tane Türk grubu var; kız kıza ve erkek erkeğe. Her ikisi de ikişer kişi, belli ki Interrailciler... Fakat aileleri de orada! Çocuklarına son tavsiyelerini veriyorlar. Hatta iki aile birbirleriyle tanışıp, hemen ardından çocuklarını da birbirlerine emanet ediyor. Bıraksanıza çocuklar kırk yılın başı hakkaten özgür kalacakları bir seyahate çıkıyorlar, sizin orada işiniz ne? Ellemeyin, onlar bakarlar başlarının çaresine! Bu işin tadı orada değil mi zaten?

Size normal gelmiş olabilir yaşanan bu birkaç dakika. Ama ben anaokulun ilk günü bile okulun açılmasına 1,5 saat kala, babam tarafından işe giderken bisan bisikletle bahçe kapısının önüne yalnızcana bırakıldığımdan, ta o günden başımın çaresine bakmaya alışığım.

Saat 8.30... Düdük ötüyor, aylardır beklenen yolculuk artık başlıyor!

İlk 10-15 metre. Yola çıkış anısı olsun diye çantamdan fotoğraf makinemi çıkarıyorum bir telaşla, tren hızlanmadan çektim çektim, yoksa bir daha ne zaman Sirkeci'den kalkış hikâyem olacak!

İyi kötü yakalıyorum ilk kareyi:



Fotoğrafın nasıl çıktığını hemen görememek, dönüşte filmleri yıkattıktan sonra herşeyin belli olacağını düşünmek ayrı bir heyecan veriyor bünyeye. O aralar Türkiye'de çok kişinin bilmediği facebook diye bir sitenin 4 aylık üyesiyim, "dönüşte Interrail albümünün ilk fotoğrafı belli hadi Mustafa" diyorum.

Yan kompartmanlar dolu, ben o öğüt veren aileleri dinlerken birkaç Türk grup daha binmiş vagonun diğer kapısından. Türkçe ve İngilizce cümleler geliyor kulağıma. Birkaç dakikaya kalmaz bizim Amerikalı grup benim cam kenarından Kennedy Caddesi'ni seyrettiğim kompartmanıma teşrif ediyor. O zamana kadar toplasanız 2 saat ancak İngilizce konuşmuşumdur hayatım boyunca. 2002'de lise hazırlıkta ANZAC (Australian and New Zealand Army Corps ) Günü törenleri için Çanakkale'ye gelen turistlere yapışır, pratik yapmak istediğimizi söylerdik ve simple present tense sınırları içerisinde efendi gibi sohbetimizi yapardık. Eh üniversitedeki iki yılda da az biraz konuşmuşuz.

Amerikalıların Amerikalı olduklarını öğrenmeye yettiğini anladığım İngilizce'min verdiği cesaretle diğer zaman kiplerine de Interrail vesilesiyle giriş yapmış oluyorum. Sohbet koyulaşamıyor malesef, benim İngilizce'nin kötülüğünden mi onların soğukluğundan mı bilemiyorum. Birincisi olsa gerek...

O 22 gün boyunca en çok neyle dalga geçtiniz üçünüz diye sorarsanız, cevabım tak diye "benim İngilizce'm" olur. 2 gün sonra Atina'da yavaş yavaş hissetmeye başlayacağım "apış arası pişiğim" ile Roma'daki tekellere "dal sigara sormalarımız" ise ikincilik için kapışır.

Trakya'ya doğru yavaş yavaş açılıyoruz, tren görevlisi kompartmana uğruyor ve Interrail biletinin satın alına ülkede geçerli olmaması sebebiyle 'o zamanın parasıyla' 14 YTL saydığım Sirkeci-Pythion biletini gösteriyorum. Bir ara kalkıyorum diğer kompartmanlara uğramaya, gençlerle tanışmaya. Garda aileleri tarafından uğurlanan Türk kızlar da tedarikliymiş, yaprak sarması ikram ediyorlar. Onların bir yanındaki kompartmanda ise muhabbet gırla gidiyor!

Açmış bizim Fransızlar ( kendileriyle muhabbeti 2 gün sonra Adriyatik'te ilerleteceğiz ve Kıvanç ifadelerini alıverecek ) satrancı; biri fille yardırıyor, biri vezirle açmaz kovalıyor:


Ergene Havzası'nda yol aldıkça, günebakan ve çeltik tarlaları göze çarpıyor. Sık sık eski istasyonlarda duruyor, yolcu alıyor ve bir TCDD treninden daha çok köy arabasına benzemeye başlıyoruz. Meriç'e yaklaştıkça heyecanım yükseliyor, telefonumun ulaşılabilir olduğu son saatlerde eşi dostu arıyorum. Maksat Avrupa yolunda olduğumu herkese duyurmak, bir güzel gazımı yapmak.

Öğleni yapıyoruz, bizim tren şefleriyle "ben de Trakyalıyım aga, Uzunköprü'de Köfteci Niyazi'yi bilir misin?" ayağına muhabbeti koyuyorum. Agalar piknik tüpüyle menemen pişiriyor ve öğünü geçiriyorlar. Bu arada, o dakikalara kadar trenlerde tuvalet olduğunu dahi bilmiyorum. Alaturka tuvaleti görünce "hey gidi! biz hepten cahilmişiz be!" diyorum.

Saat 2.00, Uzunköprü'ye, sınır karakoluna varıyoruz. Çıkış işlemleri için pasaportları teslim ediyor ve beklemeye koyuluyoruz. Diğer backpackerlarla muhabbet hâlâ sınırlı... O ara bakkaldan bozma bir free shop görüyorum, içeride Smirnofflar, Absolutler, karton sigaralar yığılı. N'olur n'olmaz ben zulamı yapayım diyerekten 20 liraya 35cl'lik bir Red Label kapıyorum. Aslında bu da Emre Abi'nin bir tavsiyesiydi. "Yanında mutlaka viski bulundur, yorgun düştükçe iki kapak atarsın, gözlerin açılır" demişti sanırım. Pasaportları alırken 15 liralık yurtdışı çıkış harcını da ödeyerek vagondaki yerlerimizi alıyoruz.

Memlekete 22 günlüğüne el sallıyoruz.

Artık tek vagon devam ediyoruz ve adım adım Meriç'e yaklaşıyoruz. Fotoğraf makinemi elime alıyor, hareketli iken çekeceğimden ayarını yüksek enstanteye getiriyorum. Şef beni uyarıyor; "fotoğraf çekeceksen dikkatli ol görmesin askerler" diyor ve ekliyor; "köprüdeki bayraklara dikkat et, iyi bak!".

Meriç'in beri yakasında çok küçük bir karargâh binası ve Türk askerlerini görüyorum.

Ardından köprüdeyiz, geçiyoruz sonunda bu sınır nehrini...



Avrupa'ya "merhaba!" diyoruz.

Köprünün demirlerinin yarısı Türk, diğer yarısı da Yunan bayraklarına boyalı. Köprünün ardından, 20 saniye önce gördüğümüz manzaranın aynısı var, Yunan askerleri bize bakıyor.

2-3 dakika içinde trenin frenini duyuyorum ve duruyoruz. Gördüğüm ilk manzarayı çekiyorum:



Artık tepemizde Avrupa Birliği bayrağı dalgalanıyor. Yunan Polisi vagonun içine geliyor ve pasportlarımızı topluyor. Sadece Türk vatandaşlarına nereye gittiklerini soruyor. Sıra bana geldiğinde "İtalya'ya" diyorum. Sonra aşağıya inmemize müsade ediyor, ve Avrupa'ya ilk adım!

Yaş 19, iki ayak da Avrupa topraklarına basıyor! Büyük heyecan var.

Emre Abi "bir gara indiğinde ilk olarak bir sonraki durağın için tren seferlerine bak" dediğinden, bilet gişesine gidiyorum hemen. İlk tren seferi hemen bir saat sonra, fakat 6,5 Euro ekstra ücreti olduğundan o trene binip binemmekte kararsız kalıyorum. Bir sonraki tren ise gece 10.30'da. 7-8 saat orada beklemek de var! Uzunköprü'nün hemen karşısında olduğumuzdan telefonum hâlâ çekiyor. Kıvançla konuşuyorum ve bizim Atina'da buluşma olayını kararlaştırıyoruz. Karara göre; gece trenini bekleyeceğim ve sabah Selanik'e indikten sonra şehri gezip yine gece treniyle Atina'ya geçeceğim. Onlar da 3 tren kullanarak, aralıksız 24 saat yolculuk ile 22 Ağustos sabahı Atina'da olacaklar. O ara pasaportlarımızı dağıtıyor Yunan sınır polisi.

Trenden inen diğer Türkler bir saat sonraki trene rezervasyon yaptırıyorlar. Orada birkaçıyla rotaları üzerine sohbet ediyoruz, çoğu Akdeniz ülkelerini gezeceklerini söylüyor. Bizi getiren tren Uzunköprü'ye geri dönüyor, şeflerle vedalaşıyoruz.

O bir saat de geçiyor, benim dışımda kimlerin gece trenine rezervasyon yaptırdığını henüz bilmiyorum. Gara gelen Selanik trenine nerdeyse herkes biniyor. Ben trene el sallarken bana eşlik sadece bir kişi var! Tren hareket ettiğinde, kafamı sağa çeviriyor, elimi uzatıyorum. Tanışıyoruz, adının "Matteo" olduğunu söylüyor. Çantalarımızın yanına, gölgeye dönerken espriyi patlatıyor; "Burada eğlenecek çok şey var!".

Pythion istasyonu öyle bir yer ki; griye boyalı çok eski bir ahşap bina düşünün, etrafta pırnallar ve çalılar. Köpek bağlasan durmaz! Karnım acıkıyor, oradaki çakma bakkaldan bir ekmek alıyorum. Matteo'yla benim ton balıklarından bir tane açıp öğünü geçiriyoruz. Saatler geçtikçe samimiyetimiz artıyor bizim İtalyanla. Bekleme odasında bir dama buluyor, iki oyun çeviriyoruz. Sıcak eleman, maşallahı var. Canımız sıkılıyor, daha çok vaktimiz var diyip ilerideki köye doğru yürümeye başlıyoruz. Çantalar da sırtımızda! Anamız ağlıyor sıcakta. Köye giriyoruz ama yolda insan yok be arkadaş! En fazla 10 dakika iki sokakta yürüyüp gara geri dönüyoruz. Köpekler falan dalaşıyor yolda. Beklentilerimi karşılayamıyor Avrupa topraklarındaki ilk saatlerim.

Zaman geçiyor, hava kararmaya başlıyor. Sivrisinekler de etrafımızda. Garda sadece biz ve onlar var! Rayların üzerine çöküyor, benim viskiyi açıyoruz. O da sağolsun birkaç sarma sigara sarıyor. Muhabbet alıyor başını gidiyor, benim İngilizce de açılıyor. İtalyan futbolu konuşuyoruz. Kendisi Milanolu olduğundan sohbetin ana konusu Milan-Inter derbileri oluyor. Çok ilginç taraftar hikâyeleri anlatıyor bana. "Milano'ya gelirsen misafirim ol, seni San Siro'ya da götürürüm diyor", benim gözler fırlıyor yerinden! Daha o dakikalardan Milano'da görüşmenin sözünü veriyorum Matteo'ya. Fakat, henüz habersizim; benden iki yıl sonra Milano'ya gidecek arkadaşlarımı bile ağırlayacak kadar büyük bir dost kazandığımdan. Trenin gelmesine bir iki saat var, Matteo otların arasında bulduğu hortumla bir duş alıyor...

'Viski-sigara'ya devam ediyoruz. Bünyeleri mayıştırıyor, uykuya hazır hâle getiriyoruz. Tren sonunda geliyor, saat ise 11.

O tren, o gece, Pythion'dan sadece iki yolcu, iki sıkı dost alıyor. İçeride çantalarımızı yerleştirmemiz, koltuklarımıza oturmamız ve uyuyakalmamız en fazla 10 dakikamızı alıyor.

Yorulmuşuz.

Sabaha "İzmir'e çok benzer" dedikleri, Büyük İskender'in imparatorluğunun yeşerdiği, Mustafa Kemal'in doğduğu topraklarda; Selanik'te olacağız...


( Yazılış tarihi: 20.08.2009 )



1 yorum:

Adsız dedi ki...

mükemmel bir aydınlatıcı giriş yazısı olmuş. epey fikir edindim. ha , bu arada hemşehriyiz ;)