20 Aralık 2009 Pazar

Interrail Anıları, 2.Gün



21 Ağustos 2007


Sabah 8 gibi Selanik Garı'na varıyoruz bizim kral çocuk Matteo'yla. Gece gözümü hiç açmamışım, oturmaktan da olsa oldukça yorulmuşum ilk gün, Matteo uyandırıyor. Trenden pılıpırtıyı indirip, perondan garın içine doğru ilerliyoruz. Bi kahvaltı edelim diyor ve etrafımıza bakınıyoruz, ufak bir coffee shop gözümüze çarpıyor. "Kahveler benden" diyor bizim Matteo! Çanakkaleliyiz, beleşi severiz. Can damarımdan vuruyor beni, daha da bir gözüme giriyor bizimki! Birer muffin ve filtre kahveyle güne başlıyoruz.

Kendisi Ortadoğu gezisi dönüşünde olduğundan Selanik'te vakit harcamayacağını ve direkt İtalya'ya gideceğini söylüyor. Rotası; otobüs ile Selanik-Igoumenitsa ( Yunanistan'ın Adriyatik kıyısında, Arnavutluk'a çok yakın bir limanı ) , oradan gemi ile Venedik ve ardından tren ile Milano. Igoumenitsa'ya otobüsle gideceğini ve garaja gitmesi gerektiğini söylüyor. "İyi bakalım Matteo ben de nasıl olsa aylakçıyım, bari ben de gelip seni yolcu edeyim" diyorum. İkimiz de bilmiyoruz nerededir bu garaj -Lonely Planet'taki ayrıntılı şehir haritasında dahi yok-, soruyoruz bilgi ofisine, öğreniyoruz ki 'taa anasını dininde' ! Benim backapacki günlüğü 2,5 Euro'dan locker'a atıp düşüyoruz yola. İlk iki üç gün, nakit paramı iyi yönetmek için ne kadar harcağımı not düşüyordum.

Sırtımda küçük çantam; içinde de haritalar, fotoğraf makinesi ve en ucuzundan güneş kremi var. Yol yürü yürü bitmiyor! Neredeyse şehir dışına çıkıyoruz, birkaç kişiye yolu sorduktan sonra garaja ulaşıyoruz. İlk otobüse bileti kestiriyor Matteo. İnsan ilk kez yurtdışına çıkmanın hevesiyle gördüğü herşeyi kendi şehirleriyle kıyaslıyor ister istemez. "Burdaki yazanelerin hiç çığırtkanı yok mu?" diye bakınıyorum etrafa. Yaklaşık 20 dakikalık vakti var otobüsün, kafeye oturuyoruz, Matteo bir döner yiyor. Fakat hiç beğenmemiş, "sen gel Milano'ya, ben sana dönerin kralını yediricem Mustafa'm kralını, hem de Türklerden" diyor. O 20 dakika içinde Matteo'nun adresini ve telefon numarasını alıyor, defterime yeni başlayan dostluğumuz adına bir paragraf yazdırıyorum. Vakit geliyor, otobüs kalkıyor, 9-10 gün sonra tekrar görüşmek üzere el sallıyorum Milanolu dostuma... Artık koskoca Selanik benim!

Haritadaki referans noktam tren garı olduğundan tekrar koyuluyorum yola. Giderken farketmediğimiz küçük bir alışveriş merkezi gözüme çarpıyor, bünye serinlik de istiyor, dalıyorum içeriye. Yine Emre Abi'nin nadide tavsiyelerinden "Yanında her zaman meyve bulundur, enerji verir" gereği, istikameti en alt kattaki Carrefour'a çeviriyorum. İçecek reyonu beni pek şaşırtmıyor ama fiyatlar oldukça fazla şaşırtıcı geliyor! Herşey bizim fiyatların yarısı neredeyse! "Hay senin gözünün yağını yiyeyim be Avrupa!" diyorum. Tabii o reyona girmişken boş çıkmak olmaz, bir agaya danışıyorum hemen içkiler için. Adının nasıl yazıldığını tam hatırlamıyorum , -'Reggina' gibi birşeydi- beyaz şarabımsı birşey öneriyor, alıyorum. Bir de komşunun rakısını deneyelim bakalım diyip ufak da Uzo kapıyorum. Alışveriş merkezinin üst katlarında bir spor mağazası görüyorum, bu sefer istikamet formaların olduğu reyon. Selanik takımı PAOK'un formasını çok beğeniyorum.

Ana yoldan sapmadan gara doğru devam... Gara vardığımda gece trenlerini soruyorum, bir yataklı ve ekstra ücretli tren, bir de 'regular' tren olduğunu söylüyor gişedeki kadın. Sabah Atina'ya kaçta varacağımı hesap edip regular trene yaptırıyorum rezervasyonumu. Ardından telefon kartıyla Kıvanç'ın evi arayıp tren seferleri hakkında bilgi veriyorum. Benimle aynı saatte Atina'ya ulaşmak için, onlara Sirkeci-Pythion-Selanik-Atina hattını hiç mola vermeden 3 trenle aşmak düşüyor. Recep o dakikalarda Sirkeci'den trene binmiş ve yolda, Kıvanç da Uzunköprü'deki son saatlerini geçiriyor.

Rezervasyon işi de tamam, başlıyorum Selanik caddelerini aşındırmaya. Mimarlık okumuyorum ama, yollar ve binalar estetikten oldukça uzak geliyor gözüme, "ulan Avrupa mavrupa ama burda da bi cacık yokmuş be arkadaş!" diyorum bu sefer. Yunan emo gençleri sarmış heryeri, gölgeye oturmuş muhabbet ediyorlar. Doğuya doğru yürürken, yönümü güneye, yani denize çeviriyorum. Ege'yi görmeyeli neredeyse bir sene olmuş. Ben tuzlu suya yaklaştıkça, Selanik sokaklarındaki 'güzel kızlar/bütün kızlar' oranı inanılmaz bir şekilde artıyor! Dibim düşüyor dibim! Böyle bir güzellik, böyle bir zarafet olamaz! İnce bilekli kızlarla dolu bir partideki Güneri Cıvaoğlu gibiyim adeta. "Selanik İzmir'e çok benzer diyorlardı ama İzmir buranın yanında hiç birşeymiş" diyorum. Şimdi deseler; "Mustafa, seni Selanik'e içgüveysi alıcaz, gelir misin?", arkama bakmam giderim!

Aristotelous Meydanı'ndayım. Fotoğraf çekmek için harika bir yer!




Bir önceki caddeden de bir kare görelim:




Hatta yaşlı bir turistten rica ediyorum fotoğramı çekmesi için ve tüm yolculuk boyu vereceğimiz o klasik 'yeni transfer' pozunu veriyorum:




Ege'nin kıyısındayım, tüm sahil boyunca cıvıl cıvıl kafeler, Selanik gençliği keyif çatıyor. Oturup bir frappe içmek, uzaklara dalmak pahalıya patlayabilir. O yüzden sahilde yürümeye başlıyorum. Şehrin sembolü White Tower'a doğru yürüdükçe sahile hayran kalıyorum. White Tower'a vardığımda bayağı bir yol yaptığımı hesaplıyorum haritadan. Gölgeye çömelip frappe değil de su ( nam-ı diğer belediye gazozu ) ile serinleme vaktidir! Lonely Planet'tan White Tower'ın hikâyesini okuyup Bizans müzesini ziyaret etmek için kalkıyorum o rahat çimenlerden.

Bizans Müzesi ve Antik Müze yanyana, ikili bilet kestiriyorum. Şehrin sokakları bakımsız dedim ama müzeleri gerçekten çok iyi durumda! Misafirperverlikleri de müze düzenleri de çok iyi. Truva'ya yakın bir şehirde büyüdüğümden ve çocukluğumdan beri o efsane kentin hikâyelerini dinlediğimden, Antik Yunan konusunda 'bilir kişi' gibi bakıyorum eserlere. İçerisi serin, bünyeye kültür aşılıyorum, daha ne isterim! Büyük İskender İmparatorluğu için Makedonların ve Yunanların yıllardır süregelen bir kavgası vardır, bunu orada da görmek mümkün. "İskender Yunan kütüğüne kayıtlıdır, devletini Makendonya sınırlarında kurmuş olması bizi bağlamaz aga" diyor Sirtakiciler. Bizans İmpatorluğu'nun ana başlıklarıyla tüm ömrünün yazdığı duvarın son satırında '1453' ü görmek ise 'bıyık altından gülmek' denen eyleme itiyor beni.

Müzeden ayrılıyor ve saatin 4'e yaklaştığını farkediyorum. Bir internet cafeye ihtiyacım var. Lonely Planet sağolsun, bana fazla zaman kaybettirmiyor. Acele etmeliyim, oradan da Mustafa Kemal'in evine geçeceğim. Ama sora sora bulmam gerekiyor, haritada yok! İnternet kafede msn'i açtığımdaki kişisel iletim; " komşudayım : ) ". Kafenin sahibi aga geliyor, "5 numara senin doldu, uzatcan mı?" diyor, cevabım "Bana bi milyonluk daha abi" olamıyor tabii.

Selanik Üniversitesi'nin o mükemmel kampüsünün yanından yürüyerek sora sora Mustafa Kemal'in evini arıyorum. Bir saatten fazla zamanımı alıyor bulmak, hatta bir ara bahçesinin arkasından geçmişim ve farketmemişim. Kapıdaki zile basıyorum, 24 saat sonra ilk defa Türkçe konuşuyorum. Zile cevap veren asker, zamanın geçtiğini ve içeriye alamayacağını söylüyor. Bir de fırçayı kayıyor; "Hep geç geliyorsunuz, kapıyı açar mısın diyorsunuz arkadaşım!" diye. Yahu 19 yıllık ömrümün bir günü Selanik'e, Ata'nın evine gelmişim, sen bana neden abuk subuk konuşuyorsun? O ve yanındaki küçük bina Türkiye'nin Selanik Konsolosluğu olduğundan 'mesai saati' kuralı orada da işliyor demekki! Ben de dışarıdan üç beş fotoğraf çekiyorum malesef. Ben deklanşöre basarken, sokakta yürüyen vatandaşların bana baktığını farkediyorum, gururlanıyorum! 'Memleket'in doğduğu yerdeyim, gözlerim yaşarıyor.








3. fotoğraftaki mermer tabloya Türkçe-Yunanca-Fransızca olmak üzere şu cümleler işlenmiş;

" TÜRK MİLLETİNİN BÜYÜK MÜCEDDİDİ VE BALKAN İTTİHADININ MÜZAHİRİ GAZİ MUSTAFA KEMAL BURADA DÜNYAYA GELMİŞTİR. İŞBU LEVHA TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN ONUNCU YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE KONULMUŞTUR. "


Ata'nın evine, Konsolosluğa -memleket toprağına- veda edip, yavaş yavaş gar yolunda başlıyorum yürümeye. Farklı caddelerden dönüyorum bu sefer.

Akşam oluyor... Lockerdan backpackimi alıyorum, karnım acıkmış. Bir ton balığı konserve patlatıyorum gene. "Durmak yok tona devam!" demiştik. Dolduruyorum ekmeğin arasına, o öyle bir tatlı geliyordu Selanik Garı'nın bekleme salonunda.

Saat 22.30'a doğru trenin kalkış vakti yaklaştığından, yükleniyorum ne var ne yok, perona taşıyorum çantalarımı. Fakat ortada tren mren yok! Uyarıyı almışım ama daha Türkiye'deyken. Tren geliyor ama benim vagon yok ortada bu sefer de! Yarım saat kadar bir sürede yeni vagon ekliyorlar trene. Bakalım koltuğu bulabilecek miyiz?

Trene biniyorum, Neil Armstrong'un 1969'un 21 Temmuz'unda Ay yüzeyinde attığı kadar bile adım atamadan bir kız koluma dokunuyor, "gel yanıma" diyor! Buyur burdan yak! Ne iş acaba?! Benim oturacağım yer belli diyorum, ısrar ediyor. Benim koltuğu buluyoruz, o da yanımdaki boş koltuğa oturuyor. Saçlarımı çok beğendiğini söylüyor, tanışıyoruz ardından. Muhabbete başlıyoruz. "Avrupa kızı rahat arkadaş" satırının yanına bir tik geliyor benden. Yola çıkmadan da almışız eşten dostan gazı, yüzümde güller açıyor. Muhabbet sardıkça sarıyor, mp3 player'ından Yunanca şarkılar açıyor. Daha 15 dakika olmamış, elimi de tutuyor! "Bu işte var bir iş, beni katakulliye getirmesin bu kız?" diyorum. O sırada kızın oturduğu koltuğun rezervasyonuna sahip başka bir kız geliyor, o koltukta kendisinin oturması gerektiğini söylüyor. "Sen geç güzelim yerine, senin oturduğun yerin de sahibi gelirse gelir asıl yerine oturursun" diyerek yolluyoruz onu. Bizim kızla muhabbet iyi ama kızın ineceği yere varıyoruz. Meğer ailesi o kasabada yaşıyormuş, kız ise Selanik'te çalışıyormus. İnerken söylüyor bunu. Yani gitsek gitsek sadece yarım saat gidiyoruz yanyana.

Kız iniyor, hop bizim diğer kız damlıyor! Hey gidi Avrupa be, bolluk var bolluk! Bu kızcağız daha bir sıcak, daha bir sevecen çıkıyor. Adı Eirini. Selanik'e erkek arkadaşını görmeye gelmiş, Atina'ya evine dönüyor. Zamanında onun yaptığını ben de İstanbul-Çanakkale hattında yapardım, anlayabiliyorum biraz onu. Konuşuyoruz havadan sudan, muhabbetin konusu Eirini'nin göbeğindeki piercingini bana göstermesine sebep olacak hususlar bile oluyor. O da defterime Yunanca birşeyler karalıyor, ikimizin makineleriyle de hatıra fotoğraflarımızı çekiyoruz.




Selanik-Atina yolundayım. Yanımda hoş sohbet, şirin bir Yunan kızı. Üzerimde sıfır sorumluluk, keyifliyim. Gün içinde aldığım Reggina'yı içiyorum, bünyeyi önceki gece gibi mayıştırıyorum, "Selanik güzeldi, şimdi uyku zamanıdır" diyip koyuyorum kafayı.


İstikamet başkent. Sabah bizim eski dostlarla buluşup, Atina'yı birlikte keşfedeceğiz.

Ardından Adriyatik...

Hiç yorum yok: