1 Mart 2012 Perşembe

MustaFA ile Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu; 8. ve 9. Gün

Yazılma tarihi: 1 Temmuz 2010 @PCLionFC Blog

Merhaba,

Ocak ayında Uğur’la projemizi yazarken ortaya çıkan urunu metinlerle süslemek adına şöyle demiştik: “ Seneler sonra 2010 Dünya Kupası denince anılarımıza ‘Sene 2010; Barcelona’dayız. İspanya-Brezilya maçına dakikalar kalmış, biz iki futbol tutkunu La Rambla’da zar zor yer bulmuşuz, büyük bir heyecanla maçı bekliyoruz’ diye başlamak için… “

Ama bizim Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu “Sene 2010; Münih’teyim. Bir saat önce 30000 kişiyle izlediğim maçta Almanya İngiltere’ye 4 yapmış. Fakat ben nasıl hastayım, cepte de kalmış 20 Euro. Son çare memlekete dönmek. He bu arada son parama da kiydim ve Hofbrauhaus’ta Bavyera usulü yarim tavuk söyledim, tatlı mi tatlı. Türkiye sınırlarına ise cebimde demirlik 3 Euro ile girdim.” cümleleriyle anlatılacak.


Finalde esleşseler kimsenin “değiştir su kanalı, bu maçın tadı tuzu olmaz, Ask-i Memnu finalinin tekrarına bakalım” diyemeyeceği iki takimini mücadelesiyle bitti Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu. Projeye yazdığımız her şeyi birebir yerine getirmek adına 18 gün boyunca yalnız başıma binlerce kilometre yol yaptım. Tabii bu hiza ne benim bünye dayandı, ne de arka cepteki cüzdan… Münih’ten en ucuz uçak biletini bulduğum Dalaman Havaalanı’nın yanındaki Deniz Kafe’de yörenin yerlilerinden Recai Abi ile çekirdek çıtlaya çıtlaya izlediğimiz Hollanda-Slovakya maçı en çok keyif aldığım maçtı. Çünkü bu sefer sadece ekrana, sahadaki futbola odaklanmıştım. Son hafta boyunca Ljubljana, Milano, Münih’teki taraftar alanlarında izlediğim maçlar bir bir yazılması gerekenler olarak not edilmişti.


Hepsini yazmaya devam edeceğim. Dilerseniz simdi hikâyemize donelim.

Barcelona’da kalmıştık… 24 saatinizi de dolu dolu geçirebileceğiniz her gidenin bir gün geri dönmek isteyeceği bir şehir. Bu seyahatin en kotu tarafı ise böylesine güzel şehirlere hak ettiği vakti ayıramamak.

O yüzden “nerde hareket orda bereket” sözünü referans belleyerek geceyi La Rambla üzerinde bir hostelde geçirmeye karar vermiştim. Barcelona’nin en meshur hosteli Kabul’dur. La Rambla’dan sadece bir sokak otede bulunan Reial meydanindaki bu hostel sehre inen her sirtcantalinin kalmayi arzuladigi bir yerdir; kimileri bu mutluluga erisirken, bir cok sirtcantali da kapidan doner. Benim gibi… Gittim sordum, 3 gun boyunca yerimiz yok dediler. Hadi bakalim yeni hostel bul bulabilirsen.

Cadde uzerinde AWA Hostel diye bir yer buldum. Yorgunlugum nedeniyle pek tadim da yoktu acikcasi. La Rambla literaturunde ‘uyku’ diye bir kelime yoktur ama ne yapalim “Barcelona bu seferlik eglence degil dinlenme sehri olsun” dedim. Fakat Barcelona’dan heyecansiz ayrilmak da olmazdi tabii, sabah yine bir tren yakalama kosusturmasini anilarima kaydedecektim.
Uyandim, emanetteki cantami almak icin Barcelona Sants Gari’na gitmem gerekiyordu. Montpellier trenim ise 18 Euro’ya rezervasyon yaptirilmis bir trendi ve Franca Istasyonu’ndan kalkacakti. Yani treni kacirma ihtimalim % 51.

Metroyla ver elini Sants, aldim cantayi hemen girdim yine metroya. Franca Istasyonu’nun yer aldigi Barceloneta duragina gidene kadar benim yapabilecegim bir sey yok, her sey metronun kendi hizina bagli. Trene 5 dakika kala vardik duraga ama gar tam olarak nerde bilmiyorum. Allah’a emanet yani. O andan itibaren cek kameraya, Eurosport’ta Fransa Bisiklet Turu’nun yerine yayinla…

Benimle birlikte yan vagondan da 6 tane backpacker indi. Ayni anda start almis gibiydik. Hepimiz yanyana merdivenlerden paldir kuldur cikiyoruz. Neden Fransa Bisiklet Turu yerine yayinla diyorum, acik havaya ciktigimizda tam bir bisiklet etabina dondu durum. Onde iki kisilik kacan grup; biri ben. Arkada ana grup 5 kisi. Kos babam kos! Kacan grupta yanimda yer alan yolu biliyor gibi, ben de sormadan sorgulamadan onu takip ediyorum. Arada kafami arkaya ceviriyorum diger cocuklar geri kalmasin diye. Yanimdaki tempoyu basti, iyice kacacak. Ben de artirdim vitesi. Koseyi donduk, benim pil bitti. Neredeyse bayilicam, ac karnina koskoca cantayla sinirlari zorluyoruz. Yavasladim ve ana gruba katildim. 1 dakika icinde de gara vardik ama vagona yurumeyedahi derman kalmamisti. Tren oncesi kontrolden gecerken hepimiz bir takim gibiydik, el sikisarak birbirimizi tebrik ediyorduk. Unutulmayacak bir enstanteneydi. Cocuklarin nereli olduklarini sormama gerek yok; sirtcantalarina her Kanadali seyyah gibi bayragi ilistirmisler.

Onlarin rezervasyonu baska bir vagondaydi, buldum kendi koltugumu oturdum. Birbirimize iyi yolculuklar diledik. Koltuga oturur oturmaz ne guzel mis gibi uyumustum, Montpellier yolunda Port Bou’da siniri gecer gecmez hemen trene Fransiz polis geldi. Pasaportlara baktilar. Bu Fransizlar bir garip. Ulkeye yine trenle Belcika’dan veya Almanya’dan girince kimsenin bir sey sordugu yok, ama Italya’dan ya da Ispanya’dan giris yapinca illa ki bir “hop hemserim, nereye!” diyorlar. Italya ve Ispanya’daki gocmen nufusunun fazla olmasina bagliyorum ben bu kontrolleri. Deginmek istedigim baska bir konu da su; Ispanyollar yolculukta keyfine cok duskun arkadas. Bizim Montpellier treni gercekten cok konforsuz bir trendi ama adamlar o trene dahi bir bar vagonu koymus. Bir ugradim, iyi de is yapiyor…

Montpellier aktarmali Marsilya’ya vardigimda yavas yavas aksami yapiyorduk. Ugur’la rotaya Marsilya’yi yazmamizin amaci bu sehirdeki Cezayirli gocmenlerle birlikte Cezayir-Ingiltere macini izlemek istememizdi. Sehirde konaklayacagim kisi ise koyu bir Marsilya taraftari Arthur’du. Bolumden arkadasim Duygu’nun Tampere’deki Erasmus doneminden arkadasi Arthur’la dahaben yola cikmadan futbol muhabbetine girmistik. Turkiye’de de Besiktas’i destekliyor.


Sagolsun geldi arabayla aldi, hemen sordum Velodrome yakin mi diye. Gittik bir fotografimizi cekindik. Ardindan eve biraktik cantalari ve maci nerede izleyecegimizi konustuk. Ben mutlaka Cezayirlilerin arasinda izlemek istiyordum bu maci. Ama Arthur Marsilya’nin yerlisi olarak uyardi; “Arabayla gidicez, yenilirlerse hic affetmezler yakarlar arabayi marabayi”. Sonucta misafirim, “Patron sensin Arthur” dedim.

Bir saat kadar vaktimiz vardi ve Marsilya’ya tepeden bakan bir siteye, Arthur’un arkadaslarindan Aure’nin evine gittik. Ev demeyeyim, saray yavrusu! Laki Strayk’im elimde manzarayi seyrederken “Fransa’ya ne oldu?” diye sordum. Cocuklar Fransa’nin 2 macta eve donmeyi garantilemesine bir hayli bozulmuslar. Sorun nerede dedigimde de tek cevaplari vardi; “Domenech”. Hemen bir roportaj patlattim ikisiyle.


Aure’yle gece plajda gorusmek uzere vedalastik, biz Arthur’la Marsilya’nin en unlu Irlanda Bari’nin yolunu tuttuk; “O’Brady’s Irish Pub Marseille”. Mekandan iceri girer girmez gozunuz hemen tavana takiliyor. Ilk bolumda onlarca atki, ikinci bolumde formalar. Yarisindan fazlasi Marsilya formasi. Celtic formasi da bir hayli fazla.



O kadar formanin icinde tek bir PSG formasi var; sirtinda ne isim ne de bir numara yaziyor. Ezeli rakiplerine formasina “Fuck off” yazdirarak selam cakmis Marsilya O’Brady’s mudavimleri.


Ingiltere’nin su ana kadar uc macini da izleyebildim, ucu de birbirinden can sıkıcıydı. Biz de kendimizi Marsilya’nin iyi durumunu konusmaya verdik Arthur’la. Arada goz ucuyla maca da bakiyoruz tabii… Morientes’ten bir hayli sikayetci, bosuna para verdikleri gorusunde. Favori oyuncusu kaptan Niang. Gerets’in takimdan ayrilisi konusunu actigimda ise bayagi bir sinirlendi. “O sampiyonluk kacmamaliydi” diyor.

Neyse ki bu sezon gelen dublenin ardinda keyifler yerinde. Maci 0-0 bitirdik ve iyice geceyi yaptik Marsilya’da. Gece Euromed Marseille okulunun sehrin plajindaki toplasmasina davet etti Arthur. Gittik, gördük. Cocuklar yayılmıs kuma, sangria iciyorlar. Direkt kovanin icinden bardaga doldurup kana kana dikiyorlar kafaya. İkram ettiler sagolsunlar, hakkını vermek lazım tadını iyi ayarlamıslar. O gune kadar da, o gece de kiminle tanıştıysam ‘’Ne kadar süredir seyahat ediyorsun?’’ sorusuna cevabım hep ‘’Aslında ben bir proje icin yollardayım. Mesela Paris’te Fransa’yı, Köln’de Almanya’yı… Hatta bir sponsorum da var, Fa. ‘’ oldu. Ayrıca çektigim videolarda da mikrofon niyetine kullandığım bizim Fa Sport deosprey, tansıtıgım onlarca insana gostermek icin çantaya soka çıkara aşınmıştı bile. Bu arada sohbet devam ederken bir Fransiz ogrenci klasik bir konuyu açacak oldu; ‘’Yahu ne olacak Türkiye’nin bu Avrupa Birliği’ne girip girememe hadisesi’’. Çok kısa kestim bu sefer; ‘’ O günleri ne sen görürsün ne de ben. Bana temiz bir serbest dolaşım hakkı versinler, gel anlaşalım biladerim’’ dedim, kısa kestim konuyu.


O gece üniversite eğitimlerinden seyahat fırsatlarına kadar her şeyden konuştuk Fransız akranlarımla. Kızanların hepsi zehir gibi. Sohbet etmekten yorulduk adeta, çok geçe kalmadan dağıldık evlere.

9. gün sabahı yola ‘’Bugün Roma’ya ne kadar yaklaşabilirsem o kadar iyi’’ diye çıktım ama Nice’e vardığımda daha fazla gitmemeye karar verdim. Büyük hataymış. Ne denize girebildim, ne de plajda uyuyabildim. ‘’Keşke İtalya’ya bugünden girseydim’’ dedim, pişman oldum. Giderken bıraktığım asmalar üzüm müzüm olmamış, her şey aynı. Her yer turist kaynıyordu, kent esnafı da ayakta turist avlıyordu. Yağmur da yağdı tam oldu. Sadece Wayne’s diye bir barı önerebilirim. Genç nufüs bayağı iyi doldurmuştu orayı. Az durdum, sabah trenleri için gara geçtim.

Sabah ilk trenle önce Monte Carlo, sonr İtalya’nın Fransa sınırındaki kasabası Ventimiglia… Öğleden sonra da Roma... Bir sonraki yazıda.

Mustafa, Çeliktepe.

Not: Çektiğim görüntüleri ve bazı fotoğrafı kullanarak beşer günlük klipler yapmaya devam ediyorum. Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu Facebook sayfasında 5.-10. günler arası hatıraları içeren 2. klip hazır. Ayrıca Almanya'nın İngiltere'ye attığı 4. golün ardında Münih Olimpiyat Stadı'ndaki 30000 kişinin sevinci de görülmeye değer. Keyifli izlemeler...

MustaFA ile Futbol Turkusu Avrupa Yolcusu; 6. ve 7. Gün

Yazılma tarihi: 20 Haziran 2010 @PCLionFC Blog

Hi everybody who I met in train, bus or anywhere in Germany, Belgium, the Netherlands, Spain, Italy and France. As I said: we’re blogging in Turkish, you can check out my trip’s photos and videos every day on Facebook page.


Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu serüvenini yasamaya ve paylaşmaya devam ediyoruz. Su ana kadar 6 ay önce yazdığımız rotaya bire bir bağlı kaldım, umarım firesiz devam ederim. Çok hızlı şehir değiştiriyorum, amaç grup maçları sırasında olabildiğince çok ülkeyi kendi şehrinde seyretmek. Bazı günlerim ise sadece yolculuk ve dinlenmeyle geçiyor. Mesela dun ve bugün bir yolculuk günüydü.

Son 4 günüm çok hızlı geçti açıkçası. Madrid bir futbol günüydü, Barselona kısaydı ama çok keyifliydi, Marsilya ise iyi bir dinlenme ve biraz da mac günüydü. Biraz once Italya-Yeni Zelanda macinin ikinci yarisini izledim. Nice'ten 4 trenle geldigim icin ancak yetisebildim. Artik Italya'nin Slovakya macini Milan0'da guzel bir ortamda izlerim.

Su anda ise Roma Termini Gari yakinlarindayim.

Dilerseniz turnuvanin 6. gunune, Madrid Havaalani’ndan sehir merkezine dogru yol alisima donelim. Havaalaninda kablosuz internetin saati 7,5 Euro’ydu. Maalesef iki bucuk saat kullanmak zorunda kaldim. Su ana kadar hic bir havaalani ya da tren istasyonunda bedava internete denk gelemedim, bazi istasyonlardaki McDonalds’lar disinda. Oysa Sabiha Gokcen oyle miydi? Ac bilgisayari istersen sabaha kadar gir, bedava.


Iste o yuksek maliyetli internet saatlerimde Madrid’in neresinde taraflar alani kurulacagini da arastirmistim. Santiago Bernabeu Stadi’nin yaninda bir fan zone oldugunu ogrendigim anda cok mutlu oldum, degmeyin keyfime! Acaba Real Madrid Kulubu ve Madrid Buyuksehir Belediyesi’nin katkilariyla stadin icinde mi seyredecektk maci? Hollanda maci Philips Stadi’nda yayinlanmis ve biz sonradan stada gittigimizde ogrenmistik, burada da olur mu olur… Ama olmadi.

Stadin yanindaki metro istasyonunun ismi de Santiago Bernabeu ve havaalanindan ulamsak bayagi kolay. Madrid metro hattinin da Paris’ten asagi kalir yani yok yani. Hatta cok daha fazlasi var; sehir sakinleri hem birbirine hem de bindikleri araclara saygi gosteriyor. Madrid haklinin icinde sadece bir metro yolculugu yapmak bile bu guzel sehrin hanesine olumlu izlenimler yazacaktir.

Metro cikisi stadin B Kulesi’nin hemen yaninda. Taraftar alani ise ‘numarali tribun’ tarafina kurulmus. Alan bayagi genis ve cok kalabalik oldugundan iki adet ekran vardi. Ileride bir buyuk ve ortada bir kucuk. Herkes formali ve bayrakli, pek tabii ki cok coskuluydu. Destekleri takim Ispanya’ydi ve pozisyondan pozisyona cosmaya hazirdilar. Ben de kameramla birlikte hazirdim. Nasil olsa bu bir Ispanya maciydi; Isvicre dayanamaz, bayagi canli gol videosu cekerim diye dusunmustum.

Alanda bir tane medya tiri ve bir de Marca Gazetesi standi mevcuttu. Baktim standin onunde mevlut pilavi kuyrugu gibi kuyruk var, hop girdim siraya ben de. Ne dagittiklari pek muhim degil, Canakkale ornegini daha once vermistim; beles iyidir, tatlidir. Sapka dagitiyorlardi, aldim. Bayrak dagitiyorlardi, onu da aldim. Taraftarin yuzune Ispanya bayragi ciziyorlardi, onu da cizdirdim. Coskulu taraftarin arasinda kendimi bir Ispanyol gibi hissetmek icin degil, sirf bedava oldugu icin. Bayragi butun gun cantamda sallandirdim. Yuzumdeki boyayi ise 5 dakika sonra Turk bir seyyahin el topraklarda yaninda bulunduracagi ilk 3 seyden biri olan ve taharet muslugu derdine bir cozum olan bebek poposu mendiliyle sildim. Sapkayi ise şahsen imzaladim ve bir kac aydir Ispanyolca ogrenmek icin caba harcayan cok eski bir dostuma şevk vermesi icin bir hediye olarak kenara ayirdim.

Mac basladi, Ispanya da her zamanki oyununa basladi. Takim gayet guzel takir takir top yapiyor. Alani dolduranlar ise Madrid liseli tayfa. Hepsine dersaneden kacip gelmis gibi; ustlerinde formalar atkilar var ama maca baktiklari yok, birbirlerini kesiyorlar. Cok kalabaliklar ama, alanin dortte ucu resmen onlarla dolu. Aralarinda bir kac tane de uyanik var; takim gol kacirinca uzulurmus gibi yapip yanindaki kiza sariliyor. “Gol atsalar kim bilir nasil sarkacak kiza” diyecegim ama, gol de olmadi ki.

Ilk yari benim etrafimdaki taraftari gozlemlememle ve Ispanya her ataga ciktiginda coskuyu videoya kaydetmekle gecti. Soyle de diyebilirim; Iniesta ya da Xavi’nin topla her bulusmasinda kayit dugmesine bastim. Kimse garanti edemez bir saniye icinde 40 metrelik bir ara topuyla Ispanya golu gelmeyecegini.



Ikinci yariya basladik, bu sefer ondeki buyuk ekrana yaklastim. Ispanyol taraftarlar takim sahaya geri donunce “tum bayraklar, tum flamalar” anonsuna gerek kalmadan basladi sarkilar soylemeye. Ben ve oradaki herkes Ispanya’nin oyle ya da boyle bir gol bulacagindan emin. Ama ne oldu? Golu bulan taraf beyazlar oldu. Kameram kayittaydi ama saniyorum bayagi bir Ispanyolca kufur cekebildim. Uzulduler ama pes etmediler ,yine basladilar sarkilarina Ispanyollar. Hatta gol oncesine gore daha da heyecanliydilar. Daha ilk mactan bir geri donus hikayesi yazmalari hic de fena olmazdi. Hatirlayiniz Euro 2008’deki ruh halimizi. Her mac son saniyeye kadar kahir ve sevinc bir arada. Ben de basladim tum kalbimle pozisyon sonrasi kufurlerimle Ispanya’yi desteklemeye. Malum ancak 3 gunde bir Turkce konusabiliyorum, macta kacan gollerden sonra Iniesta’ya Villa’ya Turkce sovmek benim de hakkimdi. Ispanya oynadikca oynuyordu, fakat 18’in onunu bir turlu acamiyorlardi. Gobekten ac kanada, olmadi mi gobekten oteki kanada. Denediler denediler olmadi.

Torres oyuna girdiginde ise cok buyuk bir alkis ve tezahurat yukseldi. El Nino atsin bi tane diye cok istedim ama olmadi, olmadi. Bu arada Liverpoollu topcular sac traslariyla cok buyuk takdirimi aldi. Stieve G. ve Carragher’i zaten biliyoruz ama hafif uzun saclarina alisik oldugumuz Kuyt ve Torres’in de maclara subay trasiyla cikmalari bana “aferin cocuklar, adama benzemissiniz” dedirtti.

Velhasil; Torres de derman olmadi ve nasil olduysa o mac 1-0 Isvicre galibiyetiyle bitti. Saydim, mac boyunca tam 55 video cekmisim. Ispanya’dan en az 50 kere gol beklemisim demek oluyor bu.

Maci bitirdigimizde “Cibeles Meydani mi, Bernabeu turu mu?” diye sordum kendime. Ikincisini yapmaya kadar verdim. Rehbersiz 15 Euro biletler ve tur gercekten muazzam. Tura B Kulesi’nden basliyorsunuz ve stadi ilk olarak en ust kattan panaromik bir aciyla goruyorsunuz.



Yani kulup ilk olarak “Buyrun, mal budur” diyor size. Sonra iceriye aliyorlar sizi. Yonlendirmeler falan mukemmel, kaybolmaniza imkan yok. Iceride Real Madrid tarihinden fotograflar ve formalarla basliyor, tum kupalarin onunden bir bir geciyorsunuz. Her yerde, her yazida; Real Madrid’in dunyanin en buyuk kulubu oldugu anlatiliyor. Kupalarin hangi birine bakacaginizi sasiriyorsunuz. Bir yerde durduruyorlar ve fotomontaj ile dilediginiz R.Madridli oyuncuyla fotografinizi cekiyorlar. Ben Raul’la cekindim, ama fotografin baskisini satin almak 11 Euro’ya daha kiymak demek. Bizdeki dugun salonu fotograf sektoruyle bire bir. Once cek, sonra fahis fiyata sat. Sampiyonlar Ligi Kupasi’yla da fotografinizi cekiyorlar ve ayni yontemle baskisini satiyorlar. Sonra R.Madrid Kaka’yi C.Ronaldo’yu nasil aldi? Alir tabii, adamlar vallahi de billahi de para basiyor. Kupalarin arasindan yavas yavas alt katlara iniyorsunuz. Ardindan stadin icine…


Korner diregine dogru merdivenlerden yavas yavas indiginizde tribunlerin cok yuksek ve bir o kadar da yakin oldugu gozunuze carpiyor. Korkutucu degil ama, kendinizi sahadaki futbolcu gibi dusundugunuzde en ust katta seyirciye bile goz temasi kurabileceginizi fark edebiliyorsunuz. Camp Nou da cok buyuk bir stad fakat tribunler daha acik ve geriye yatik. Bernabeu dim dik yukseliyor adeta.




Tac cizgisinin yanindan yedek kulubesine dogru yuruyorsunuz. Koltuklar methedildigi gibi cok rahat. Siz orada oturup kendinizi Guti’nin Raul’un yerine koyarken, bir yandan mis gibi cim kokusunu icinize cekiyorsunuz. Yedek kulubesinin ardindan ise misafir takim soyunma odasina ve urun magazasina yonlendiriliyorsunuz. Yani adamlar yaklasik bir bucuk saat boyunca size Real Madrid’i anlatiyor anlatiyor, sonunda turun cikisini da magazaya vererek “bu guzelim stadtan elin bos donme” diyor.


Bernabeu turumun ardindan yine dusundum. Madrid’e ilk defa geliyordum ve gece de olsa turistik yerlerini gormek hic de fena olmazdi. Fakat “Ispanya ilk macinda maglup olmus olsa da turnuva oncesi herkesin bekledigi gibi cok yukari turlara yuruyecektir, belki de Madrid’e bir Dunya Kupasi finali seyretmeye gelirim” diyip havaalaninin yolunu tuttum. Geceyi guvenli bir sekilde ve en azindan oturarak dinlenerek gecirmek benim icin en idealiydi. Havaalaninda tanistigim ve kisa bir sure sohbet edebildigim Arjantinli bir cocuktan bahsetmek istiyorum. Ismi Ariel ve kendini bana “Ariel Ortega’daki Ariel” diye tanittigin icin, cocugu hemen futbol sohbetine kitledim. Sordugum en onemli soru Cambiasso ve Zanetti’nin neden kadroda olmadigiydi ve aldigim cevap da bir hayli ilgincti. “Veron’la Zanetti biraz mevzulu, aralari acik Mustafa’cim. Maradona da o yuzden almadi” dedi Ariel. Kendisinin Dunya Kupasi favorisi tabii ki Arjantin, plase ise Ispanya diyor.


Ariel’le vedalastiktan sonra kah uyudum kah hazirladigim videoyla ugrastim. Ama uykumu guzel aldim. Persembe oglene dogru Madrid Gari’na hareket ettim. Madrid Gari bayagi buyuk fakat gar icindeki yonlendirmeleri cok karisik. Biraz benim ahmakligimdan biraz da o yonlendirme tabelalarindan dolayi rezervasyon yaptirdigim Madrid trenini kacirdim. Hem de 2 dakika ile. Ispanyol istasyonlarinda farkli bir uygulama var. Biletinizi daha trene binmeden kontrol ediyorlar. Ayrica cantalarinizi da dedektorden geciyorsunuz. Adamlar daha trene binmeden tun guvenlik hususlarini hallediyor ve size iyi yolculuklar diliyor. Cok guzel bir uygulama fakat benim gibiler icin kontrol noktasini bulana kadar kaybedilen zaman tren kacirmaya sebep olabiliyor. Neyse ki bir saat sonra kalkacak olan trene rezervasyonumu yaptiriyorum, yanan miktar ise 10 Euro oluyor.


Ispanya trenlerini isleten kurumun adi Renfe. Barcelona yolunda Renfe kendini affettirdi bana, herkese tek tek kulaklik dagittilar. Keyifli bir yolculuktu; envai cesit sarkilar dinleye dinleye Iber Yarimadasi’nin merkezinden Katalunya’ya dogru bir yari cap cizmis olduk . Bu arada yanimda her hangi bir muzikcalar yok, olsaydi dinlemeye vakit olur muydu emin degilim.


Barcelona’ya iner inmez sabahki Montpeiller trenine rezervasyonumu yaptirdim. Havanin kararmasina daha 3-4 saat vardi ve haftalar verseniz yetmeyecek bu sehirden gun isiginda maksimum faydalanmayidim. Hemen metroyla Sagrada Familia’ya gittim.


Daha onceden ziyaret ettigimiz bir katedral oldugu icin bu sefer sadece fotograf cekmekle yetindim. Sagrada Familia Antoni Gaudi’nin imzasini tasir, henuz tamamlanmamis ve bir cogumuzun tamamlanacagi gunu goremeyecegi bir eserdir. 1882’de yapimina baslanmis, hedef 2082. Insasi bagislarla devam ediyor. Yapimi cok uzun yillar alan ve bazi katlari arasinda teknoloji farkinin acikca goze carptigi soylenen Empire States binasina benzetebiliriz. Her ne kadar her sey Gaudi’nin projesine gore devam ettirilse de burada da kathedralin farkli bolumlerinde farkli devirlerin izlerini gormek mumkin. Antoni ustadimizin tramvayin altinda kalarak bu dunyadan ayrilisi Barcelona’ya cok bilindik bir hikayedir. “Adam Barcelona’yi Barcelona yapmis, sonra tramvayin altinda kalmis. Vay be sansa bak?” sohbeti bir klisedir. Sehrin her yerinde Gaudi’nin eserlerini gormek mumkun, Sagrada Familia ise bunlarin en meshuru.

Ustada son bir selam cakip “ver elini La Rambla” dedim. La Rambla’da onunuzden gecen 10 kisiye sirayla nereli oldugunu sorsaniz; Macellan Bogazi’ndan Bering Bogazi’na kadar tum milletlerden insan taniyabilirsiniz. Inanilmaz bir yer bu cadde! Limandaki Kristof Kolomb Heykeli’nden basliyor ve Katalunya Meydani’na kadar devam ediyor. Yol boyunca barlar, restauranlar, hosteller… Sokak sanatcilari olmazsa olmazi…


Internet kafeden cikip Roma'nin yerlisi arkadaslarla bulusmaya gidecegim. Cok ozur dileyerek simdilik La Rambla’da kalalim. Bir sonraki yazida; biraz daha Barcelona, Marsilya’nin futbol kulturu ve Fransiz Rivierasi diyelim. Sonra Roma'ya iniyoruz....Ayrica; ilk 5 gun boyunca keydettigim goruntulerden bir klip hazirladim, keyifli seyirler...
Mustafa, Roma...

Mustafa ile Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu; 3. 4. ve 5. Gün

Yazılma tarihi: 16 Haziran 2010 @PCLionFC Blog

Hi everybody who I met in train, bus or anywhere in Germany, Belgium, the Netherlands, Spain and France. As I said: we’re blogging in Turkish, you can check out my trip’s photos and videos every day on Facebook page.


Merhaba,

13 Haziran sabahı, saat 8’de bu sefer pek de iyi hatıralar biriktiremediğim Paris’ten ayrılıyordum. 4 trenle varacağım Köln’de; Jens’in evine gidecek ve arkadaşlarıyla birlikte maçı nerede izleyeceğimize karar verecektik. Evin bahçesinde mangal yakmak, Lanxess Arena’ya gitmek ya da daha küçük ama daha coşkulu bir toplulukla ‘Underground’ adli bir acık alanda maçı seyretmek, üzerine düşünülecek alternatiflerdi.

Köln’e rahat bir yolculukla öğlen 2 gibi vardım. Jens evine nasıl ulaşacağımı çok iyi tarif etmişti ve bir metro bir de otobüs kullanarak, bize göre saray onlara göre standart bir grenci evini karşımda buldum. Açıkçası Köln de bir aksilikle başlıyordu. Zile bastım kapıyı açan yok, sokaktan üç beş kere bağırdım yine yok. Gittim bir telefon kulübesi bulmaya. Jens evde değildi fakat arkadaslari evde olmalıydı. Jens’le bağlantı kurabilmek için doğru düzgün çalışan bir telefon kulübesi bulmak bir bucuk saatimi aldı. Eve tekrar geldiğimde kapıyı açan iyi bir langirt oyuncusu Thomas’ti. Evin salonuna buyur ettiler, daha orada dedim “hey maşallah eve bak be!”. David diye bir arkadaşlarının telefon edeceğini ve maçı onunla birlikte izleyebileceğimi söylediler. O sırada evde buluna Thomas ve Stephan, çim futboluyla değil daha çok masa futboluyla ilgiliydiler. Bir oyun oynadılar şaşarsınız, ikisi de fena oyuncu değil ama öylesine hırslı oynuyorlar ki! Gol yiyen Stephan’in yumruğuyla çok sert bir şekilde dolaba vurduğu bile oldu, kazanma azimlerine hayran kaldım o anda. Bu arada 3 katli evde 7 kişi yasıyorlar ve ev VENs adında bir öğrenci kulübüne ait. Sordum; 1881 kuruluşlu bir öğrenci kulübüymüş. Sanıyorum bizdeki tüzel kişi tanım karşılığı vakıf.


David aradı, Underground’a gelmemi söyledi. Telefonda üstümdeki Liverpool formasından beni tanıyabileceğini söylediğimde herhangi bir tepki vermemişti, ama buluştuğumuzda ilk tepkisi “Almanya maçı var İngiltere değil” oldu. Hakliydi çocuk. David’in yani sıra, bir erkek iki kız arkadaşıyla tanıştık ve maçı beklemeye koyulduk. Hepsi çok çok sıcak insanlardı ve Türkiye’nin neden Dünya Kupası’nda yer alamadığını sorarak beni çoktan kafaya almaya başlamışlardı bile. İyi de bira içiyor çocuklar, sünger gibiler vallahi. Yani karşımda 4 tane hakiki Alman mevcuttu.
Maçın başlamasına yakin içeriye girdik ve seremoniyi beklemeye başladık. Muhabbet daha da koyulaşmıştı. “Kim alacak kupayı?” diye sordum, formasının üzerindeki armayı gösterdi; “yıldızları 4 yaparız” dedi. “Bugünkü maç ne olur?” dedim, “onu da 4 yaparız” dedi, 4-1 olarak da net bir skor tahmininde bulundu. Hatta gol atacakları bile söyleyebileceğini iddia etti. Yanılmıyorsam bir Podolski, iki Klose, bir de herhangi bir oyuncu demişti. David’te takımına güven tam, zaten kendi özgüveni de çok yüksek, hiç şakası olmaz fark yaparız diyip durdu maç başlayana kadar. “Ee Avustralya da fena takim değil hani Davidcim” dediğimde ise cevabinin çoktan hazır olduğunu gördüm; “Avustralya gitsin rugby oynasın, ne oluyoruz yani Mustafa? Lutfen yani, bu futbol ve bu da Almanya. Avustralya da kimmiş?” diyerek ağzımı kapayıverdi. Harry Kewell falan demeye niyet ettim, hani nerde Kewell diye dalgasını bir güzel geçti, onun için su cümleyi kullandı; “It’s over”. Harry’nin GS Mobile reklamını hatırlayacaksınız; “They said, it’s over, but I reborn in Galatasaray” diyordu. David’e bir izlettirmek lazım canimiz ciğerimiz Harry’nin sözlerini.

Bizim David Almanya’yı o kadar çok ovuyordu ki ulaştığı son nokta su oldu; “Gay değilim ama Low’e baksana, çok seksi değil mi yahu? Bak almış eline kahvesini çok soğukkanlı değil mi sence de?”. Böyle iddialı cümleler sarf etmediği dakikalarda ise paso tezahürat yapıyordu. Ateşli bir taraftardı dedimya, çevresindeki insanları da çok iyi motive ediyordu.


Bir ara Mesut’un sohbeti acildi; “Almanya doğumlu, Almanca konuşuyor, kendini Alman milli takımına ait hissediyor. O zaman tabii ki de Almanya için oynamalı” dedi. Maçın başında Mesut’u neredeyse öz kardeşi ilan edecek David, Mesut kendini yere atıp sarı kart görünce başladı hemen kıvırmaya; “Türk değil mi, nasıl da hile hurda yapıyor baksana” diye. Saka bir yana, çok seviyorlar Mesut’u.

En çok sevdikleri oyuncusu ise tahmin edebileceğiniz gibi Lucas Podolski. Çok sık soyluyorlar “Lu Lu Lu Lucas Podolski” tezahüratını. Podolski ilk golü atınca da Köln Underground yıkıldı tabii. O gol sonrası sevinç gerçekten muazzamdı.

Devre arası oldu tuvalete kaçalım bi dedik, dönüşte baktım bizim çakallar girişte toplanan bira cips ne var ne yok aşırmışlar. Sırıta sırıta geldiler yanıma. Keyiflerine zaten diyecek bir şey yok, ikinci yari baslarken David’in tek bir beklentisi vardı; skor tahmininin doğru çıkması. İkinci yari da çok eğlenceli geçti. Maçın sonlarına doğru oyuna giren M.Marin hakkında konuştuk biraz, çok büyük bir yetenek olduğunu ve harika bir geleceğe sahip olacağını söyledi. Kroos mu Marin mi diye sordum; “Marin, çünkü daha hızlı ve bilekleri daha iyi” dedi.



Güle oynaya maçı 4-0 bitirdik. Benim içimde ise hafif bir burukluk vardı. Çok uzun yıllardır Çanakkale’de ANZAC günlerinde sehircenek ağırladığımız ülkenin takimini yenik görmek biraz üzücüydü.

Alandan ayrıldıktan sonra vedalaşırken David tembihledi; “Biz nasıl olsa finale kadar gidicez, sen tekrar gelirsin. Ama o zamana kadar gittiğin her yerdeki insanlara Almanya taraftarını ve takimini anlat lütfen”. David hakliydi; takimin hakikaten takim gibi top oynaması ve taraftarın coşkusu, o geceyi benim için unutulmaz kildi.

Eve dönerken tramvayda aksilikler hanesine +1 daha yazdım. Evden çıkmadan sormuştum bizim çocuklara; bilet alayım mi, kontrol var mi tramvayda otobüste falan diye. “Yok Mustafa, ben 8 senedir Köln’deyim, bir kere bile beni kontrol etmediler” dedi, eyvallah dedim ne gidişte ne de dönüşte almadım bilet. Fakat yine piyango yine piyango! Tramvayda içeri kontrolcü memur girdi. Bizim tarafa yöneldi ve insanlara biletlerini sormaya başladı. Sıranın bana gelmesi tas çatlasa 10 saniye. Yine korku yine bir adrenalin. Caydırıcı bir ceza yemek cep harçlığıma çok büyük bir darbe vurabilir. Şükürler olsun ki; yanımda oturan kız turist olduğumu anladı ve “sen hiçbir şey deme, ben birlikteyiz diyicem” dedi. Bir kart ve bir de bilet gösterdi, böylece bir aksiliği daha atlatmış oldu. Bu iki oldu, ulaşım konusunda yaşayacağım üçüncü sürpriz ne olacak bakalım.

Eve döndüğümde önceki 2 gecenin uykusuz geçmesinden dolayı çok yorgundum. Hemen uyudum.

Sabah erkenden pili pırtıyı topladım ve Köln Garı’na doğru hareket ettim. 3 tren kullanacaktım; istikamet ‘Alçak topraklar’ ülkesinin maçı için Eindhoven’di.

Yolda ilk iki gün yazımı yazarak, rahat rahat şehre vardım. Maçın başladığı saniyelerde bizim tren de Eindhoven İstasyonu’na giriyordu. Trenden iner inmez İsletme Mühendisliği 2008 mezunlarından Ulaş’la buluştuk ve garın hemen yanındaki taraftar alanına indik. O 200 metre kaderlik yolu yürürken Ulas’tan Eindhoven hakkında temel bilgileri de alıverdim tabii. “Burası Hollanda sayılmaz” dedi ilk olarak, “neden?” diye sordum, “kanal yok burda” dedi. Ya Rakım-nüfus? “Rakım 4, Nüfus 200000. 18000’i Türk”. Eindhoven 4 metre rakımıyla Hollanda’nın en yüksek şehirlerinden biri, hatta deniz seviyesinin üstündeki bir kaç şehrinden biri. 8 köyün birleşiminden oluştuğunu da ekleyelim.


Taraftar alanı tiklim tiklimdi. Maçı birlikte izlediğimiz Eindhoven Teknik Üniversitesi (TUE) yüksek lisans öğrencisi arkadaşlar Semih ve Cem’in söyledikleri ise çok ilginçti. Şehirdeki çoğu şirket maç mesai saatine denk geldiği için; ülkede sadece sel gibi durumlarda verilen alarm seviyesiyle, personeli rahat rahat maçı izlesin diye mesaiyi tatil ilan etmiş. Pazartesi günü işe gitmeyip bu alanı dolduran taraftarlar ise çok da mutlu görünmüyordu. Hatta coşsunlar diye arada hoparlörlerden çok yüksek sesle müzik veriliyordu. “Neden?” diye sordum, ”erken gol gelmediya canları sıkıldı” dedi bizimkiler. İlk yari en çok heyecanlandıkları saniyeler topun Van Bommel’e geldiği anlardı, onu gerçekten bir lider oyuncu olarak görüyorlar ve çok büyük saygı duyuyorlar. Hatta Ulas nerede okudu bilmiyorum ama dediğine göre; Ballack FA Cup Finali’nde sakatlanıp Dünya Kupası’nı kaçıracağı belli olunca Schweinsteiger’e sormuşlar Almanya’nın kaptanı kim olsun diye, “Van Bommel olsun” demiş.

Devre arasına kadar her pozisyonda kamerayı açtım, fakat ne Almanya maçında ne de bu maçın ilk yarısında emelime ulaşamamış; yani canlı bir gol ani yakalayamamıştım. Devre olduğunda bir karnimizi doyuralım gelelim dedik ve tercihimizi lahmacundan yana kullandık. Kebapçının önünde gevsek gevsek oturuyoruz, nasıl olsa taraftar alanı hemen arka sokakta, elimizdekileri bitirelim geçeriz hemen diye düşünerek. Hop o arada ikinci devre başlıyor ve gol oluyor. Sözde canlı gol yakalamayı istiyorum, karnimi doyurucum diye golü izleme fırsatını bile kaçırmıştım. Neyse ki alana döndüğümüzde bedavadan bir golle Hollanda’nın 1-0 öne geçtiğini gördük. Danimarka kendi ayarında topunu oynuyordu, alandaki taraftarlar ise bu Danimarka’ya daha fazla atmak istiyordu. Bu sefer şanslıydım, Kuyt’in golü geldiğinde kameram kayıttaydı. Bir meydan dolusu turuncunun sevinci çok hoş bir görüntüydü.

Maçı bitirdik, hemen müziği açtılar. Başladı bizim portakallar kopmaya. Ulas hemen “bak bu ortamı her yerde bulamazsın ona göre, bir Brezilya bir de bura” dedi. “Ama bu kadar coşku çok milliyetçi olduklarından değil, ortam olsun aksiyon olsun bunlara, seviyorlar” diye de ekledi. Taraftarların bir bolumu 300 metre kadar ilerideki merkeze gittiler, biz de Philips amcanın heykelinin de yer aldigi bu meydanda bir kafeye oturduk ve Ulas’larin Hollandalı arkadaşlarıyla çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Çocuklar zaten orada en çok tüketilen bira olan ‘Bavaria’ ile kafayı bulmuş; espriler gırla gidiyordu, gülmekten resmen yanaklarım ağrıdı.


Sonra biz kampuse gittik; Ulas’in ‘spacebox’ komün yasam odasında bulgur pilavı-taze fasulye yedik, ardından bisikletlere atlayıp Philips Stadyumu’nu bir ziyaret ettik. Tekrar meydana döndüğümüzde turunculular hala galibiyeti kutluyordu. Hakikaten Hollandalılara aksiyon olsun yetermiş.

Meydanda bir İrlanda barında ise İtalya-Paraguay maçını seyrettik, birer Guinness içtik. Orada tanıştığımız Menon abimiz ise on numara bir adam çıktı. Mac bir yandan, sohbet bir yandan oldukça keyifliydi. O ve arkadaşıyla da bir röportaj yaptık hatta.



Akşamı yaptığımızda üniversitedeki Türk öğrenci arkadaşlardan bir davet aldım. How I Met Your Mother jargonuyla konusayim; biraz sandvic atistirdik. Gece nasıl yattıysam sabah da aynen öyle kalktım. Çok yorulmuşum…

Sabah uyandığımızda kahvaltımızı yaptık ve Amsterdam’a hareket ettik. Museumplein'da bayağı vakit gecirdik. Zaten zamanımız dardı, dönüşte gara da Red Light sokaklarından donduk. 15 yas ortalamasına sahip İspanyol turist ekibi vardı önümüzde. Gençlerin maşallahı var, aksatmadan her camekanın önünde durup kıkır kıkır gülüyorlardı.


Gara vardık; benim istikamet Schiphol Havaalanı, Ulas’inki Eindhoven olmak üzere vedalaştık. Hollanda’da çok çok keyifli iki gün geçirmiştim, e seyahat moralim de futbol coşkum da üst seviyedeydi. Madrid uçağımızın bir saat rötarlı kalkması falan umurumda değildi, hiç bilmediğim bir şehre gidiyordum ve çok heyecanlıydım.

Gece 11 gibi havaalanına indiğimizde burada uyumaya karar verdim. Hatta hala havaalanındayım, birazdan metroyla “Madrid merkez, rahat olsun herkes” diyicem. Bakalım Ispanya-Isvicre maçından ne gibi hikayeler çıkacak? Maça kadar bir taraftar grubuyla tanışıp, maçı kol kola izlemeyi umuyorum.

Hatırlatmaya devam; gün gün fotoğraf paylaşımı ve durum güncellemeleri için Twitter veFacebook’a bekliyorum.

Tüm gece, 5 saat boyunca bir duvar dibinde, 5 gün boyunca çektiğim bütün videolardan bir klip oluşturdum. Fakat internetimin yavasligi nedeniyle bir turlu yukleyemedi. 12 dakika kadar bir klip, ben hazirlarken cok eglendim, umarim sizler de keyif alirsiniz. Gece en azindan facebook'a yukleyebilmeyi umuyorum.

Yarin ise Barcelona’dayim. Gaudi’nin harika eserleriyle, sahiliyle, La Rambla’siyla gideni kendine aşık eden bir Akdeniz kenti…

Selamlar,

Mustafa, Madrid…

MustaFA ile Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu; 1. ve 2. Gün

Yazılma tarihi: 14 Haziran 2010 @PCLionFC Blog

Hi everybody who I met in train, bus or anywhere in Germany, Belgium, the Netherlands and France.As I said: we’re blogging in Turkish, you can check out my trip’s photos and videos every day on Facebook page.


Mutluyum; 2 sebepten. Almanya-Avustralya ve Hollanda-Danimarka maclari benim için mükemmel geçti ve tam anlamıyla Dünya Kupası coşkusunu yasamaya başladım. Ayrıca dun gece saray gibi bir ogrenci evinde ilk kez başımı yastığa koymuş olmak da ayrı bir mutluluktu.

Dilerseniz kasedi geriye saralım ve turnuvanın en başına donelim. Perşembeyi cumaya bağlayan gece Köln-Bonn Havaalanı’na indiğimde, uçakta kafamı kurcalayan “ee yola ciktik da, nasil yapicaz?” belirsizliği nedeniyle özgüvenim bir hayli düşüktü. En azından ilk günleri nasıl kotaracağımın sıkıntısını yaşıyordum. Oysa projemize hangi gün hangi dakika nerede olacağımızı bile yazmıştık.

Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu 6 aydır her ayrıntısı düşünülmüş bir projeydi, fakat pratikte o ayrıntıların nasıl hayata geçirileceği merakı ve tedirginliğiyle start alıyordu. Aynen de öyle oldu, isin pratiğine alışmak tam üç günümü aldı. Evet; eski bir interrailciydim ama nafile…
Henüz cuma sabahından başlamıştı aksaklıklar. Planlanan fakat binilemeyen ilk tren Köln-Paris Thalys’ydi. Interrail biletim olsa dahi rezervasyonla binebileceğimden, gün içindeki tüm Thalys seferlerinin dolu olusu siftahı uzun ve yorucu bir yolculukla yapacağıma işaret ediyordu. Aynen öyle oldu; Paris’e ulaşmam tam 9 saat surdu. 5 trenle; geze geze, yeşil ovalara ve meralara bakına bakına... Rota; Aachen, Liege, Lille, Amiens, Paris’ti. Amiens’e ayrı bir pencere açmalıyım; çünkü bir milyon Interrailciden birine vurabilecek piyango bir gün sonra maalesef bana çıktı.

Koln-Paris yolcuğuma kadar “Futbol Tutkusu” tanımına oturtabileceğim tek gözlemim; havaalanındaki Güney Afrika yolcusu taraftarlardı. Hacı kafilesi gibiydiler. İki ekip vardı; örnek giyinmiş siyah ve pembe tsirtluler. Onlar için futbolun hacısı olacaklar desem fena olmaz herhalde, herkese nasip olmaz bir Dünya Kupası’nı gidip yerinde seyretmek…

“İyi güzel 9 saat yol gittin de, o yolda başına ilginç bir şey gelmedi mi, eğer gelmediyse bize boşuna masal anlatma Mustafacım” diyecek olursanız, “Evet haklisiniz, kısa keseyim” derim. O 9 saatlik yorucu yolculuğa dair tek ilginç olay; Aachen-Liege treninde üç bir yanımı çevreleyen teyzelerdi. Dedikodu yapıp yapıp bana gülümsüyorlardı. Teyzem gayret normal konuşurken bir anda fısıltıya başlayınca bana bakarak ufak bir gülümsemeyle dedikodu mesajını çakıyordu. Beni mi çekiştiriyorlar onu da anlamadım. Ama beni sevdiler, Liege’e kadar hep beraber mutlu mesut gittik. Dünya Kupası’nın ilk gününü seyretmek için Paris’e gidiyorsun ve ‘tayfa’nın yas ortalaması 65.. Gönül isterdi; buraya “ trende Fransız taraftarla denk geldim ve sloganımız: Bekle bizi Paris, coşmaya geliyoruz” yazayım. Fakat bunun adi da olsa olsa “ Bekle bizi Michelle, Güne g-e-l-i-y-o-r-u-z” olur. Bu küçük anı da benden Alpay Erdem’e bir selam olsun.
Biraz etrafa bakin biraz uyu derken yolu bitirdik ve Paris’e vardık. Şehrin kuzeyinde yer alan ve İngiltere, Belcika, Hollanda ve Almanya istikametine trenlerin kalktığı Gare du Nord ve çevresi benim için 2 gün boyunca bir karargah olacaktı. Orada yiyip içecek, orada internete bağlanacak ve orada uyuyacaktim. Nitekim ilk ikisi oldu, fakat uyku sadece bir hayal olarak kaldı.Saat 4 civarı gara inmiş ve izlemeyi çok istediğim açılış törenini ve Güney Afrika-Meksika maçını kaçırıyordum. Sağlık olsun deyip internete bağlanmak icin bir kefeye oturdum. Memleketle irtibat isini halledince Fransa-Uruguay maçının başlamasına yakin Julien’in tavsiye ettiği Trocadero Meydani’na hareket ettim. Eyfel Kulesi’ne nazir bu meydana FIFA tarafından mükemmel bir uluslararası taraftar alanı kurulmuş ve tüm maçları yayınlıyorlar. Zaten Paris’in, belki de tüm Avrupa’nin en cok turistik ceken bolgesindeyiz, Fransizdan cok turist mevcuttu bu alanda. Turistik demişken; 2007 yılında lise arkadaşlarım Kıvanç ve Recep ile Paris’in ‘turiste hitap eden’ tüm yerlerini hakkini vererek gezmiştik, bu yüzden daha şehre gelmeden kararım bu yerleri tekrar ziyaret etmemek ve tüm vaktimi bu projenin temposuna alışmak üzere harcamaktı. Bir nevi oryantasyon sureci.

Fransa maçı olabildiğine sıkıcıydı. Taraftarın en çok heyecanlandığı ve coştuğu anın Uruguay’ın 10 kişi kaldığı an olduğunu söylemeliyim. Ne bir tezahürat, ne coşkulu bir alkış… Mac boyunca bu enstantanelere rastlamak neredeyse imkânsızdı. Zaten yanımda kimse yok, etrafta gidip tanışacak devamlı coşkulu bir grup da yok, ben de kendimi fotoğraf çekmeye verdim. Gönül isterdi ki maçı oturup keyifle seyredeyim, coşayım bağırayım. Fakat mümkün olmadı, Japon turist gibi ancak fotoğraf çektim. Ne var ki; iki gün sonra Köln’de tam da Uğur’la görmeyi ve dahil olmayı hedeflediğimiz aksiyonlara şahit olacak ve Alman taraftarlarla birlikte ben de coşacaktım.


Mac bitti… Hadi Fransa galip gelse bir coşku çıkacak ortaya ben de atacağım kendimi Sanzelize’ye. Daha ilk maçtan moraller dutsu ve herkes paşa paşa evinin yolunu tuttu. Ben de evinde kalmayı planladığım bizim Julien’i aradım ama ulaşamadım. E ne yapalım ver elini Gare du Nord, ilk günden sabahlayacak olmak cok da koymaz herhalde.

O civarda hosteller mevcut, fakat daha ilk gece hostele minimum 30 Euro da vermek istemiyorum. Yağmur da hafif hafif yağıyor, attım kendimi Gare du Nord’un karsısındaki bir bara. O gece o mekânda sadece bir cafe creme içerek 4 saat oturdum. Mekân bos, garson da birsey demiyor, 5 Euroluk kahveyle abandım mekanın internetine. Aklıma gelse torrent bile açardım vallahi. Bunlar hep Çanakkale’de büyümüş olmanın getirdiği fırsatçılık yeteneği; bir şey ablesse (beleşse) iyidir, pratikte asla kotu olamaz ve sonuna kadar da kullanmak gerekir.Sabah 4 oldu kapatıyoruz dediler, ama öyle bir yağmur başladı ki! Gitsen nereye gideceksin, hemen geçtim yolun karsısına gar kapısının yanında bir saçak altında bir saatimi geçirdim. Garı açtılar, hemen gözümü tren seferlerine diktim. Interrailden bir puf noktadır, gece uyuyacak yerin yoksa sabah ilk trenle rastgele bir yere gider gelirsin. Iki trende de mis gibi uyursun, o sana butun gun yeter. Mesela 2007’de Interrail sırasında tanıştığımız Seçkin ve Berk sırf uyumak için Köln’den Münih’e gittiklerini, Münih’te garda birer hamburger yiyip döndüklerini anlatmışlardı. Biletin sınırsızsa kullanacaksın…
Bilet sinirsiz diye ben de bir havalardayım tabii, canim nereye isterse oraya giderim diyorum. Umarım yanlış yazmıyorumdur; Compaigne diye küçük bir kasabaya giden bölgesel trene bindim. Yol bir saat surdu, net bir saat uyudum. Uyudum uyumasına da; uyku tatlı geldi, biraz daha uyumak için ne yapabilirim diye düşünürken daha uzağa gideyim dedim. Bir sonraki kent Amiens treni birazdan kalkacaktı ve hiç düşünmeden atladım. İste bana vuracak piyangonun topları tam o anda dönmeye başlıyordu...

Sadece Amiens trenine bindiğimi hatırlıyorum, koltuğa oturur oturmaz uyumuşum… Bu arada önceki gece de Koln-Bonn havaalanında gecen uykusuz bir gece var. Yani son 48 saatte gözlerimin kapalı olarak kaldığı vakit tas çatlasa bir bucuk saat. Gözlerimi açtığımda Amiens garında olduğumuzu fark ettim, fakat tren geri gidiyordu. ‘Hayırdır inşallah’ dedim. Etrafa baktım; kimse yok, yan vagona girdim orada da kimse yok. Tabii o sırada daha da hızlanıyor ve gardan uzaklaşıyoruz. Kapıya koştum, malum kilitli. Makiniste nasıl ulaşacağımı düşündüm, orada bir buton var ama mühürlü, bassam konuşsam o mühür için tutanak falan tutarlar diye hiç bulaşmadım. 5 dakika kadar gittik ve sapa bir yerde durduk. Etrafta çok eski vagonlar falan var, fakat hic insan yok. “Aha simdi çamurlara yan bastık” dedim kendi kendime. Orada iki gün mahsur kalmak var, ve bu ihtimal % 90. Birilerini görsem cama vursam diyorum ama yok, hiç kimsecikler yok. Bir dakika sonra camin önünde birinin yürüdüğünü gördüm. Çat çat vurdum cama, içeri bakıyor. Filmli cam nedeniyle ben onu görüyorum, ama o beni göremiyor. Buyurun buradan yakin efendim…

Adam yürümeye devam ediyor, ben de ayni hizada vagonun içinden yürüyorum. Bu sefer daha sert vurdum cama, durdu ve kapıyı açtı. İçerde beni gördü ve kızgın bir ifadeyle Fransızca bir şeyler söyledi. O halde bırakın Ingilizce’yi Türkçe bile konuşamam. Ellerim ayaklarım zir zir titriyor korkudan. O halimi gördü, içeride uyuyakaldığımı anladı ve gülümsedi. Eliyle “gel” yaptı ve geçtik makinist kabinine. Çalıştırdı treni, başladık gara doğru ilerlemeye. Bu arada hala titriyorum ve ellerimi kendisine gösterdim. O andan itibaren vücut diliyle o kadar iyi anlaştık ki değerli PCLion FC okurları. İkimiz ayni dili konuşsak o kadar net olamaz.

Gara yakin bir yerde durduk ve birlikte indik. İki eliyle 10 yaptı, “10 dakika yürümek zorundasın” dedi… 30 yaptım. “ Fark etmez, 30 dakika bile yürürüm” dedim. El sıkıştık, vedalaştık, Amiens sokaklarında bakına bakına gara kadar yürüdüm. Paris’e giden ilk trene yarım saat kadar sure vardı. Garın yanındaki süpermarkete uğramak istedim. Girer girmez hemen deospreylerin bulunduğu rafa yürüdüm, korku nedeniyle adrenalinim hala çok yüksek, tanıdık bir yüz arıyorum kollarımı açayım sarılayım diye. Marka sadakatinin varacağı son noktadır bu. Buldum Fa deospreyleri, dikkatlice inceliyorum. Güvenlik geldi, “çalmıyorsun dimi?” dedi. Bütün aksilikler beni mi bulur? Yahu neden çalayım, ben zaten Fa’nın membagından gelmişim, bana orada insan içinde neler diyor! Tabii ‘memba’ sözcüğünün İngilizcesini bilmediğimden hak ettiği cevabı veremedim.

Sonunda dönüş trenine bindim ve uyumak için geldim kentten adrenalinden uyuyamayarak dondum. Paris’e vardigimda gece icin hala kalacak yerim yoktu. Internet Cafe’de yanımda oturan kıza gece nerelerde sabahlayabileceğimi sordum, “Bastille’e git, oradaki mekanlar sabaha kadar açık” dedi.

İndim tekrar Trocadero Meydanı’na. İngiltere “tipik İngiliz kalecisi hatası"yla tertemiz golünü yedi. Gerrard’in golüne maalesef yetişemedim, hatta hala görmeye fırsatım olmadı. Taraftar alanı önceki geceye Gore daha sakindi, maç ise yine kalitesizdi. Benim için Dünya Kupası sanırım Köln’de Almanya maçı ile başlayacaktı. Dediğim gibi; Paris benim adıma aksiliklere karşı mücadeleyi öğrenme oryantasyonu olarak geçiyordu. Bu arada fotoğrafların yani sıra, Paris’te videolar da çektim ve yarin en iyi yerlerini kırpıp biçtikten sonra yükleyebileceğim.

Mac bitti, ver elini Bastille. Nasıl bir yermiş bakalım… Küçük bir bölgede sıra sıra barlar ve restaurantlar bulunuyor. Uzun bir sokakları var ve hem mekanda hem dışarıda eğlenenler çoğunlukla 30 yas altinda. Bende eglenmeye meglenmeye enreji yok, cok nazik bir isletmeciye sahip Beyrut Kafe diye bir yere oturdum. 2 saat kadar orada kaldıktan sonra, o uzun sokak içinde bir spor barında vakit geçireyim dedim. Ama çok fena yorgunum, ayakta durmaya takatim yok. Mekânda benim sırt çantasındaki vuvuzelayi gören bir grup rica etti, ben de verdim çalmaları için, hatta birbirleriyle “kim daha uzun sure çalacak” yarışı dahi yaptılar. En uzun çalabileninki zannediyorum 3 saniye kadar surdu.

Vakit geçiyordu ve sabah saatleri yaklaştıkça sokak da tenhalaşıyordu. Hafif tırsmaya başladım, Pastille bölgesinin meydanına cıktım ve sabah 5 kadar açık olduğu yazan bir kafeye oturdum, yine söyledim bir cafe creme. Oturdum oturmasına da 20 dakika sonra tam anlamıyla kovuldum. Arka masalarda olmama rağmen uyuduğumu gören garson masayı salladı ve “burası uyuma yeri değil, hadi bakalım bilader” diyerek kapıyı gösterdi. Sabah ayrılacağım Paris’ten; mutsuzluğum sabah karşı 4’te daha da artıyor. Meydan da tenhalaşmışken, “Hacı hacıyı Mekke’de, deli deliyi dakkada bulur” sözü deli-backpacker kelime değişikliğiyle örneklendi. Bir backpacker gördüm ve yabancı olduğu her halinden belliydi, yürüyeceği istikameti doğrultmaya çalışıyordu. Hemencecik gittim yanına ve tanıştım. Gare de Lyon’u arıyormuş. İsmi Tom, Finlandiyalı ve Manchester’da yaşıyor. Çabuk kaynaştık, Gare de Lyon’a birlikte gidelim kararını aldık. Sohbete başlayalı 2 dakika bile olmamışken konu hemen futbola geldi. Bizim Tom sağlam Liverpoollu cikti. O da bizlerle ayni şeyi düşünüyor; “takim gecen sene top mop oynamadı ağbicim, ruh yok takımda ruh” cümlesiyle kızgınlığını dile getirdi. Gare de Lyon’a vardığımızda saat 5 olmuştu ve açık olan gara girerek sohbetimize bir bankta devam ettik. Dünya Kupası’nı tüm yönleriyle ele aldık ve sabaha karsı gerçeklesen bu sohbet belki de benim tekrar “Futbol Tutkusu”na kavuşmam demekti. Ben Köln treni için Gar e du Nord’a kaçarken, Tom ile vedalaşarak seyahatlerimiz için birbirimize şans diledik. Hiç belli olmaz yine her hangi bir şehirde istasyonlarda, sokaklarda denk gelebiliriz.


Gare du Nord’ta çok zor ve yorucu iki gün geçirdiğim Paris’e veda ediyordum. İstikametim ise gerçek anlamda Dünya Kupası keyfini yasamaya başlayacağım Köln'du. Yarinki yazida Köln’deki taraftar alanında maçı birlikte seyrettiğimiz; belki de su yaşıma kadar gördüğüm en eğlenceli ve hırslı taraftar David ve arkadaşlarından bahsedeceğim size…

Ardından su anda bu postu yazdığım Eindhoven. Velhasil; Öncesiyle sonrasıyla Almanya-Avustralya maçı da, Hollanda-Danimarka maçı da projeyi yazdığımızda hayal ettiğimiz gibiydi. Yarına yetiştireceğim. Ayrıca videoları da kırpıp biçeceğim ve hem yarınki yazıda hem de Facebook’ta paylaşmayı umuyorum. Birkaç videoyu çekerken tüylerimin diken diken olduğunu söylemeliyim.

Daha fazla anlik paylasim icin Twitter, fotograf ve videolar icinse Facebook’a bekliyorum.

Eindhoven Teknik Universitesi Kampusu'nden selamlar. Birazdan bisikletlere atlayip Philips Stadyumu'nu gormeye gidecegiz. Almanya ve Hollanda maclarindan, bir de su anda yazdigim Ulas'in 'spacebox'indan birkac fotograf ile veda edeyim;





Mustafa, Eindhoven…

MustaFA ile Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu; Başlasın!

Yazılma tarihi: 12 Haziran 2010 @PCLionFC Blog


Değerli PCLion FC okurları,

Paris Gare du Nord'dan herkese merhabalar. Özlem Pansiyon Blog'daki Interrail bursu duyurusuyla beraber Uğur’un fikrini ürettiği; ardından birçok dostumuzun, büyüklerimizin yardımıyla bir projeye dönüştürdüğümüz ve 6 ay boyunca gerçeğe dönüşebilmesi için emek harcadığımız "Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu" projemiz bu satırlarla birlikte başlamış oluyor. PCLion FC Blog camiasına hayırlı uğurlu olsun. Bu yola en azından birimizin çıkmasını sağlayan sağlayan başta Fa markasıyla Henkel, Çanakkale Fen Liseliler Derneği ve Ayazma Takımı’na minnettarım.Gece havaalanındaki Güney Afrika yolcusu Alman taraftarlar, sabah 6.30'da Thalys'te yer bulamayıp Köln’den Paris'e 5 trenle tam 9 saatte ulaşabilmem ve Gare du Nord çevresi izlenimlerimi 1. Gün yazısında aktarmaya çalışacağım. Bu yazıyı bir başlangıç yazısı olarak kabul ediniz.


Maalesef G. Afrika-Meksika maçının büyük bir bölümünü kaçırdım. Futbol, seyahat ve biraz da mizaha dair olayları gözlemlemeye çalışıyorum. Umarım bu isin hakkini verebilirim ve bu projemizin neticesi hem Uğur’la bana, hem de tüm sporseverlere yeni projeler için ilham verir.

Su anda bu serüvenin ne kadar yorucu geçeceğinin farkına vardığımı belirtmeliyim. Gerçi bu kaçınılmaz bir gerçekti. Garlarda, trenlerde, taraftar alanlarındaki yorgunluğumu Dünya Kupası coşkusu ile yoğurduğumda ortaya keyifle okunacak hikâyeler çıkacağını düşünüyorum.

Grup maçları boyunca rotam ve izleyeceğim maçlar ise şu şekilde olacak;

11 Haziran: Paris, Fransa - Uruguay
12 Haziran: Paris13 Haziran: Köln, Almanya - Avustralya
14 Haziran: Eindhoven, Hollanda - Danimarka
15 Haziran: Amsterdam
16 Haziran: Madrid, İspanya - İsviçre
17 Haziran: Barselona, Arjantin - Güney Kore
18 Haziran: Marsilya, Cezayir - İngiltere
19 Haziran: Cenova
20 Haziran: Roma, İtalya - Yeni Zelanda
21 Haziran: Roma
22 Haziran: Venedik
23 Haziran: Ljublijana, Slovenya - İngiltere
24 haziran: Milano, İtalya - Slovakya
25 Haziran: Cenevre, İsviçre - Honduras


Couchsurfing'ten temasa geçtiğim futbol tutkunu bir adam; Julien'den öğrendiğime göre Trocadero Meydanı’nda bir taraftar alanı olacakmış. Birazdan oraya hareket edeceğim. Tüm serüven boyunca hızlı olmaya ve gözlemlediğim her şeyi sizlere aktarmaya çalışacağım. Keyifli okumalar diliyorum. Ayrıca, kişisel twitter hesabim ve facebook sayfamızdan da durum ve fotoğraf güncellemelerimizi takip edebilirsiniz.

Mustafa, Paris...