1 Mart 2012 Perşembe

MustaFA ile Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu; 1. ve 2. Gün

Yazılma tarihi: 14 Haziran 2010 @PCLionFC Blog

Hi everybody who I met in train, bus or anywhere in Germany, Belgium, the Netherlands and France.As I said: we’re blogging in Turkish, you can check out my trip’s photos and videos every day on Facebook page.


Mutluyum; 2 sebepten. Almanya-Avustralya ve Hollanda-Danimarka maclari benim için mükemmel geçti ve tam anlamıyla Dünya Kupası coşkusunu yasamaya başladım. Ayrıca dun gece saray gibi bir ogrenci evinde ilk kez başımı yastığa koymuş olmak da ayrı bir mutluluktu.

Dilerseniz kasedi geriye saralım ve turnuvanın en başına donelim. Perşembeyi cumaya bağlayan gece Köln-Bonn Havaalanı’na indiğimde, uçakta kafamı kurcalayan “ee yola ciktik da, nasil yapicaz?” belirsizliği nedeniyle özgüvenim bir hayli düşüktü. En azından ilk günleri nasıl kotaracağımın sıkıntısını yaşıyordum. Oysa projemize hangi gün hangi dakika nerede olacağımızı bile yazmıştık.

Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu 6 aydır her ayrıntısı düşünülmüş bir projeydi, fakat pratikte o ayrıntıların nasıl hayata geçirileceği merakı ve tedirginliğiyle start alıyordu. Aynen de öyle oldu, isin pratiğine alışmak tam üç günümü aldı. Evet; eski bir interrailciydim ama nafile…
Henüz cuma sabahından başlamıştı aksaklıklar. Planlanan fakat binilemeyen ilk tren Köln-Paris Thalys’ydi. Interrail biletim olsa dahi rezervasyonla binebileceğimden, gün içindeki tüm Thalys seferlerinin dolu olusu siftahı uzun ve yorucu bir yolculukla yapacağıma işaret ediyordu. Aynen öyle oldu; Paris’e ulaşmam tam 9 saat surdu. 5 trenle; geze geze, yeşil ovalara ve meralara bakına bakına... Rota; Aachen, Liege, Lille, Amiens, Paris’ti. Amiens’e ayrı bir pencere açmalıyım; çünkü bir milyon Interrailciden birine vurabilecek piyango bir gün sonra maalesef bana çıktı.

Koln-Paris yolcuğuma kadar “Futbol Tutkusu” tanımına oturtabileceğim tek gözlemim; havaalanındaki Güney Afrika yolcusu taraftarlardı. Hacı kafilesi gibiydiler. İki ekip vardı; örnek giyinmiş siyah ve pembe tsirtluler. Onlar için futbolun hacısı olacaklar desem fena olmaz herhalde, herkese nasip olmaz bir Dünya Kupası’nı gidip yerinde seyretmek…

“İyi güzel 9 saat yol gittin de, o yolda başına ilginç bir şey gelmedi mi, eğer gelmediyse bize boşuna masal anlatma Mustafacım” diyecek olursanız, “Evet haklisiniz, kısa keseyim” derim. O 9 saatlik yorucu yolculuğa dair tek ilginç olay; Aachen-Liege treninde üç bir yanımı çevreleyen teyzelerdi. Dedikodu yapıp yapıp bana gülümsüyorlardı. Teyzem gayret normal konuşurken bir anda fısıltıya başlayınca bana bakarak ufak bir gülümsemeyle dedikodu mesajını çakıyordu. Beni mi çekiştiriyorlar onu da anlamadım. Ama beni sevdiler, Liege’e kadar hep beraber mutlu mesut gittik. Dünya Kupası’nın ilk gününü seyretmek için Paris’e gidiyorsun ve ‘tayfa’nın yas ortalaması 65.. Gönül isterdi; buraya “ trende Fransız taraftarla denk geldim ve sloganımız: Bekle bizi Paris, coşmaya geliyoruz” yazayım. Fakat bunun adi da olsa olsa “ Bekle bizi Michelle, Güne g-e-l-i-y-o-r-u-z” olur. Bu küçük anı da benden Alpay Erdem’e bir selam olsun.
Biraz etrafa bakin biraz uyu derken yolu bitirdik ve Paris’e vardık. Şehrin kuzeyinde yer alan ve İngiltere, Belcika, Hollanda ve Almanya istikametine trenlerin kalktığı Gare du Nord ve çevresi benim için 2 gün boyunca bir karargah olacaktı. Orada yiyip içecek, orada internete bağlanacak ve orada uyuyacaktim. Nitekim ilk ikisi oldu, fakat uyku sadece bir hayal olarak kaldı.Saat 4 civarı gara inmiş ve izlemeyi çok istediğim açılış törenini ve Güney Afrika-Meksika maçını kaçırıyordum. Sağlık olsun deyip internete bağlanmak icin bir kefeye oturdum. Memleketle irtibat isini halledince Fransa-Uruguay maçının başlamasına yakin Julien’in tavsiye ettiği Trocadero Meydani’na hareket ettim. Eyfel Kulesi’ne nazir bu meydana FIFA tarafından mükemmel bir uluslararası taraftar alanı kurulmuş ve tüm maçları yayınlıyorlar. Zaten Paris’in, belki de tüm Avrupa’nin en cok turistik ceken bolgesindeyiz, Fransizdan cok turist mevcuttu bu alanda. Turistik demişken; 2007 yılında lise arkadaşlarım Kıvanç ve Recep ile Paris’in ‘turiste hitap eden’ tüm yerlerini hakkini vererek gezmiştik, bu yüzden daha şehre gelmeden kararım bu yerleri tekrar ziyaret etmemek ve tüm vaktimi bu projenin temposuna alışmak üzere harcamaktı. Bir nevi oryantasyon sureci.

Fransa maçı olabildiğine sıkıcıydı. Taraftarın en çok heyecanlandığı ve coştuğu anın Uruguay’ın 10 kişi kaldığı an olduğunu söylemeliyim. Ne bir tezahürat, ne coşkulu bir alkış… Mac boyunca bu enstantanelere rastlamak neredeyse imkânsızdı. Zaten yanımda kimse yok, etrafta gidip tanışacak devamlı coşkulu bir grup da yok, ben de kendimi fotoğraf çekmeye verdim. Gönül isterdi ki maçı oturup keyifle seyredeyim, coşayım bağırayım. Fakat mümkün olmadı, Japon turist gibi ancak fotoğraf çektim. Ne var ki; iki gün sonra Köln’de tam da Uğur’la görmeyi ve dahil olmayı hedeflediğimiz aksiyonlara şahit olacak ve Alman taraftarlarla birlikte ben de coşacaktım.


Mac bitti… Hadi Fransa galip gelse bir coşku çıkacak ortaya ben de atacağım kendimi Sanzelize’ye. Daha ilk maçtan moraller dutsu ve herkes paşa paşa evinin yolunu tuttu. Ben de evinde kalmayı planladığım bizim Julien’i aradım ama ulaşamadım. E ne yapalım ver elini Gare du Nord, ilk günden sabahlayacak olmak cok da koymaz herhalde.

O civarda hosteller mevcut, fakat daha ilk gece hostele minimum 30 Euro da vermek istemiyorum. Yağmur da hafif hafif yağıyor, attım kendimi Gare du Nord’un karsısındaki bir bara. O gece o mekânda sadece bir cafe creme içerek 4 saat oturdum. Mekân bos, garson da birsey demiyor, 5 Euroluk kahveyle abandım mekanın internetine. Aklıma gelse torrent bile açardım vallahi. Bunlar hep Çanakkale’de büyümüş olmanın getirdiği fırsatçılık yeteneği; bir şey ablesse (beleşse) iyidir, pratikte asla kotu olamaz ve sonuna kadar da kullanmak gerekir.Sabah 4 oldu kapatıyoruz dediler, ama öyle bir yağmur başladı ki! Gitsen nereye gideceksin, hemen geçtim yolun karsısına gar kapısının yanında bir saçak altında bir saatimi geçirdim. Garı açtılar, hemen gözümü tren seferlerine diktim. Interrailden bir puf noktadır, gece uyuyacak yerin yoksa sabah ilk trenle rastgele bir yere gider gelirsin. Iki trende de mis gibi uyursun, o sana butun gun yeter. Mesela 2007’de Interrail sırasında tanıştığımız Seçkin ve Berk sırf uyumak için Köln’den Münih’e gittiklerini, Münih’te garda birer hamburger yiyip döndüklerini anlatmışlardı. Biletin sınırsızsa kullanacaksın…
Bilet sinirsiz diye ben de bir havalardayım tabii, canim nereye isterse oraya giderim diyorum. Umarım yanlış yazmıyorumdur; Compaigne diye küçük bir kasabaya giden bölgesel trene bindim. Yol bir saat surdu, net bir saat uyudum. Uyudum uyumasına da; uyku tatlı geldi, biraz daha uyumak için ne yapabilirim diye düşünürken daha uzağa gideyim dedim. Bir sonraki kent Amiens treni birazdan kalkacaktı ve hiç düşünmeden atladım. İste bana vuracak piyangonun topları tam o anda dönmeye başlıyordu...

Sadece Amiens trenine bindiğimi hatırlıyorum, koltuğa oturur oturmaz uyumuşum… Bu arada önceki gece de Koln-Bonn havaalanında gecen uykusuz bir gece var. Yani son 48 saatte gözlerimin kapalı olarak kaldığı vakit tas çatlasa bir bucuk saat. Gözlerimi açtığımda Amiens garında olduğumuzu fark ettim, fakat tren geri gidiyordu. ‘Hayırdır inşallah’ dedim. Etrafa baktım; kimse yok, yan vagona girdim orada da kimse yok. Tabii o sırada daha da hızlanıyor ve gardan uzaklaşıyoruz. Kapıya koştum, malum kilitli. Makiniste nasıl ulaşacağımı düşündüm, orada bir buton var ama mühürlü, bassam konuşsam o mühür için tutanak falan tutarlar diye hiç bulaşmadım. 5 dakika kadar gittik ve sapa bir yerde durduk. Etrafta çok eski vagonlar falan var, fakat hic insan yok. “Aha simdi çamurlara yan bastık” dedim kendi kendime. Orada iki gün mahsur kalmak var, ve bu ihtimal % 90. Birilerini görsem cama vursam diyorum ama yok, hiç kimsecikler yok. Bir dakika sonra camin önünde birinin yürüdüğünü gördüm. Çat çat vurdum cama, içeri bakıyor. Filmli cam nedeniyle ben onu görüyorum, ama o beni göremiyor. Buyurun buradan yakin efendim…

Adam yürümeye devam ediyor, ben de ayni hizada vagonun içinden yürüyorum. Bu sefer daha sert vurdum cama, durdu ve kapıyı açtı. İçerde beni gördü ve kızgın bir ifadeyle Fransızca bir şeyler söyledi. O halde bırakın Ingilizce’yi Türkçe bile konuşamam. Ellerim ayaklarım zir zir titriyor korkudan. O halimi gördü, içeride uyuyakaldığımı anladı ve gülümsedi. Eliyle “gel” yaptı ve geçtik makinist kabinine. Çalıştırdı treni, başladık gara doğru ilerlemeye. Bu arada hala titriyorum ve ellerimi kendisine gösterdim. O andan itibaren vücut diliyle o kadar iyi anlaştık ki değerli PCLion FC okurları. İkimiz ayni dili konuşsak o kadar net olamaz.

Gara yakin bir yerde durduk ve birlikte indik. İki eliyle 10 yaptı, “10 dakika yürümek zorundasın” dedi… 30 yaptım. “ Fark etmez, 30 dakika bile yürürüm” dedim. El sıkıştık, vedalaştık, Amiens sokaklarında bakına bakına gara kadar yürüdüm. Paris’e giden ilk trene yarım saat kadar sure vardı. Garın yanındaki süpermarkete uğramak istedim. Girer girmez hemen deospreylerin bulunduğu rafa yürüdüm, korku nedeniyle adrenalinim hala çok yüksek, tanıdık bir yüz arıyorum kollarımı açayım sarılayım diye. Marka sadakatinin varacağı son noktadır bu. Buldum Fa deospreyleri, dikkatlice inceliyorum. Güvenlik geldi, “çalmıyorsun dimi?” dedi. Bütün aksilikler beni mi bulur? Yahu neden çalayım, ben zaten Fa’nın membagından gelmişim, bana orada insan içinde neler diyor! Tabii ‘memba’ sözcüğünün İngilizcesini bilmediğimden hak ettiği cevabı veremedim.

Sonunda dönüş trenine bindim ve uyumak için geldim kentten adrenalinden uyuyamayarak dondum. Paris’e vardigimda gece icin hala kalacak yerim yoktu. Internet Cafe’de yanımda oturan kıza gece nerelerde sabahlayabileceğimi sordum, “Bastille’e git, oradaki mekanlar sabaha kadar açık” dedi.

İndim tekrar Trocadero Meydanı’na. İngiltere “tipik İngiliz kalecisi hatası"yla tertemiz golünü yedi. Gerrard’in golüne maalesef yetişemedim, hatta hala görmeye fırsatım olmadı. Taraftar alanı önceki geceye Gore daha sakindi, maç ise yine kalitesizdi. Benim için Dünya Kupası sanırım Köln’de Almanya maçı ile başlayacaktı. Dediğim gibi; Paris benim adıma aksiliklere karşı mücadeleyi öğrenme oryantasyonu olarak geçiyordu. Bu arada fotoğrafların yani sıra, Paris’te videolar da çektim ve yarin en iyi yerlerini kırpıp biçtikten sonra yükleyebileceğim.

Mac bitti, ver elini Bastille. Nasıl bir yermiş bakalım… Küçük bir bölgede sıra sıra barlar ve restaurantlar bulunuyor. Uzun bir sokakları var ve hem mekanda hem dışarıda eğlenenler çoğunlukla 30 yas altinda. Bende eglenmeye meglenmeye enreji yok, cok nazik bir isletmeciye sahip Beyrut Kafe diye bir yere oturdum. 2 saat kadar orada kaldıktan sonra, o uzun sokak içinde bir spor barında vakit geçireyim dedim. Ama çok fena yorgunum, ayakta durmaya takatim yok. Mekânda benim sırt çantasındaki vuvuzelayi gören bir grup rica etti, ben de verdim çalmaları için, hatta birbirleriyle “kim daha uzun sure çalacak” yarışı dahi yaptılar. En uzun çalabileninki zannediyorum 3 saniye kadar surdu.

Vakit geçiyordu ve sabah saatleri yaklaştıkça sokak da tenhalaşıyordu. Hafif tırsmaya başladım, Pastille bölgesinin meydanına cıktım ve sabah 5 kadar açık olduğu yazan bir kafeye oturdum, yine söyledim bir cafe creme. Oturdum oturmasına da 20 dakika sonra tam anlamıyla kovuldum. Arka masalarda olmama rağmen uyuduğumu gören garson masayı salladı ve “burası uyuma yeri değil, hadi bakalım bilader” diyerek kapıyı gösterdi. Sabah ayrılacağım Paris’ten; mutsuzluğum sabah karşı 4’te daha da artıyor. Meydan da tenhalaşmışken, “Hacı hacıyı Mekke’de, deli deliyi dakkada bulur” sözü deli-backpacker kelime değişikliğiyle örneklendi. Bir backpacker gördüm ve yabancı olduğu her halinden belliydi, yürüyeceği istikameti doğrultmaya çalışıyordu. Hemencecik gittim yanına ve tanıştım. Gare de Lyon’u arıyormuş. İsmi Tom, Finlandiyalı ve Manchester’da yaşıyor. Çabuk kaynaştık, Gare de Lyon’a birlikte gidelim kararını aldık. Sohbete başlayalı 2 dakika bile olmamışken konu hemen futbola geldi. Bizim Tom sağlam Liverpoollu cikti. O da bizlerle ayni şeyi düşünüyor; “takim gecen sene top mop oynamadı ağbicim, ruh yok takımda ruh” cümlesiyle kızgınlığını dile getirdi. Gare de Lyon’a vardığımızda saat 5 olmuştu ve açık olan gara girerek sohbetimize bir bankta devam ettik. Dünya Kupası’nı tüm yönleriyle ele aldık ve sabaha karsı gerçeklesen bu sohbet belki de benim tekrar “Futbol Tutkusu”na kavuşmam demekti. Ben Köln treni için Gar e du Nord’a kaçarken, Tom ile vedalaşarak seyahatlerimiz için birbirimize şans diledik. Hiç belli olmaz yine her hangi bir şehirde istasyonlarda, sokaklarda denk gelebiliriz.


Gare du Nord’ta çok zor ve yorucu iki gün geçirdiğim Paris’e veda ediyordum. İstikametim ise gerçek anlamda Dünya Kupası keyfini yasamaya başlayacağım Köln'du. Yarinki yazida Köln’deki taraftar alanında maçı birlikte seyrettiğimiz; belki de su yaşıma kadar gördüğüm en eğlenceli ve hırslı taraftar David ve arkadaşlarından bahsedeceğim size…

Ardından su anda bu postu yazdığım Eindhoven. Velhasil; Öncesiyle sonrasıyla Almanya-Avustralya maçı da, Hollanda-Danimarka maçı da projeyi yazdığımızda hayal ettiğimiz gibiydi. Yarına yetiştireceğim. Ayrıca videoları da kırpıp biçeceğim ve hem yarınki yazıda hem de Facebook’ta paylaşmayı umuyorum. Birkaç videoyu çekerken tüylerimin diken diken olduğunu söylemeliyim.

Daha fazla anlik paylasim icin Twitter, fotograf ve videolar icinse Facebook’a bekliyorum.

Eindhoven Teknik Universitesi Kampusu'nden selamlar. Birazdan bisikletlere atlayip Philips Stadyumu'nu gormeye gidecegiz. Almanya ve Hollanda maclarindan, bir de su anda yazdigim Ulas'in 'spacebox'indan birkac fotograf ile veda edeyim;





Mustafa, Eindhoven…

Hiç yorum yok: