1 Mart 2012 Perşembe

Mustafa ile Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu; 3. 4. ve 5. Gün

Yazılma tarihi: 16 Haziran 2010 @PCLionFC Blog

Hi everybody who I met in train, bus or anywhere in Germany, Belgium, the Netherlands, Spain and France. As I said: we’re blogging in Turkish, you can check out my trip’s photos and videos every day on Facebook page.


Merhaba,

13 Haziran sabahı, saat 8’de bu sefer pek de iyi hatıralar biriktiremediğim Paris’ten ayrılıyordum. 4 trenle varacağım Köln’de; Jens’in evine gidecek ve arkadaşlarıyla birlikte maçı nerede izleyeceğimize karar verecektik. Evin bahçesinde mangal yakmak, Lanxess Arena’ya gitmek ya da daha küçük ama daha coşkulu bir toplulukla ‘Underground’ adli bir acık alanda maçı seyretmek, üzerine düşünülecek alternatiflerdi.

Köln’e rahat bir yolculukla öğlen 2 gibi vardım. Jens evine nasıl ulaşacağımı çok iyi tarif etmişti ve bir metro bir de otobüs kullanarak, bize göre saray onlara göre standart bir grenci evini karşımda buldum. Açıkçası Köln de bir aksilikle başlıyordu. Zile bastım kapıyı açan yok, sokaktan üç beş kere bağırdım yine yok. Gittim bir telefon kulübesi bulmaya. Jens evde değildi fakat arkadaslari evde olmalıydı. Jens’le bağlantı kurabilmek için doğru düzgün çalışan bir telefon kulübesi bulmak bir bucuk saatimi aldı. Eve tekrar geldiğimde kapıyı açan iyi bir langirt oyuncusu Thomas’ti. Evin salonuna buyur ettiler, daha orada dedim “hey maşallah eve bak be!”. David diye bir arkadaşlarının telefon edeceğini ve maçı onunla birlikte izleyebileceğimi söylediler. O sırada evde buluna Thomas ve Stephan, çim futboluyla değil daha çok masa futboluyla ilgiliydiler. Bir oyun oynadılar şaşarsınız, ikisi de fena oyuncu değil ama öylesine hırslı oynuyorlar ki! Gol yiyen Stephan’in yumruğuyla çok sert bir şekilde dolaba vurduğu bile oldu, kazanma azimlerine hayran kaldım o anda. Bu arada 3 katli evde 7 kişi yasıyorlar ve ev VENs adında bir öğrenci kulübüne ait. Sordum; 1881 kuruluşlu bir öğrenci kulübüymüş. Sanıyorum bizdeki tüzel kişi tanım karşılığı vakıf.


David aradı, Underground’a gelmemi söyledi. Telefonda üstümdeki Liverpool formasından beni tanıyabileceğini söylediğimde herhangi bir tepki vermemişti, ama buluştuğumuzda ilk tepkisi “Almanya maçı var İngiltere değil” oldu. Hakliydi çocuk. David’in yani sıra, bir erkek iki kız arkadaşıyla tanıştık ve maçı beklemeye koyulduk. Hepsi çok çok sıcak insanlardı ve Türkiye’nin neden Dünya Kupası’nda yer alamadığını sorarak beni çoktan kafaya almaya başlamışlardı bile. İyi de bira içiyor çocuklar, sünger gibiler vallahi. Yani karşımda 4 tane hakiki Alman mevcuttu.
Maçın başlamasına yakin içeriye girdik ve seremoniyi beklemeye başladık. Muhabbet daha da koyulaşmıştı. “Kim alacak kupayı?” diye sordum, formasının üzerindeki armayı gösterdi; “yıldızları 4 yaparız” dedi. “Bugünkü maç ne olur?” dedim, “onu da 4 yaparız” dedi, 4-1 olarak da net bir skor tahmininde bulundu. Hatta gol atacakları bile söyleyebileceğini iddia etti. Yanılmıyorsam bir Podolski, iki Klose, bir de herhangi bir oyuncu demişti. David’te takımına güven tam, zaten kendi özgüveni de çok yüksek, hiç şakası olmaz fark yaparız diyip durdu maç başlayana kadar. “Ee Avustralya da fena takim değil hani Davidcim” dediğimde ise cevabinin çoktan hazır olduğunu gördüm; “Avustralya gitsin rugby oynasın, ne oluyoruz yani Mustafa? Lutfen yani, bu futbol ve bu da Almanya. Avustralya da kimmiş?” diyerek ağzımı kapayıverdi. Harry Kewell falan demeye niyet ettim, hani nerde Kewell diye dalgasını bir güzel geçti, onun için su cümleyi kullandı; “It’s over”. Harry’nin GS Mobile reklamını hatırlayacaksınız; “They said, it’s over, but I reborn in Galatasaray” diyordu. David’e bir izlettirmek lazım canimiz ciğerimiz Harry’nin sözlerini.

Bizim David Almanya’yı o kadar çok ovuyordu ki ulaştığı son nokta su oldu; “Gay değilim ama Low’e baksana, çok seksi değil mi yahu? Bak almış eline kahvesini çok soğukkanlı değil mi sence de?”. Böyle iddialı cümleler sarf etmediği dakikalarda ise paso tezahürat yapıyordu. Ateşli bir taraftardı dedimya, çevresindeki insanları da çok iyi motive ediyordu.


Bir ara Mesut’un sohbeti acildi; “Almanya doğumlu, Almanca konuşuyor, kendini Alman milli takımına ait hissediyor. O zaman tabii ki de Almanya için oynamalı” dedi. Maçın başında Mesut’u neredeyse öz kardeşi ilan edecek David, Mesut kendini yere atıp sarı kart görünce başladı hemen kıvırmaya; “Türk değil mi, nasıl da hile hurda yapıyor baksana” diye. Saka bir yana, çok seviyorlar Mesut’u.

En çok sevdikleri oyuncusu ise tahmin edebileceğiniz gibi Lucas Podolski. Çok sık soyluyorlar “Lu Lu Lu Lucas Podolski” tezahüratını. Podolski ilk golü atınca da Köln Underground yıkıldı tabii. O gol sonrası sevinç gerçekten muazzamdı.

Devre arası oldu tuvalete kaçalım bi dedik, dönüşte baktım bizim çakallar girişte toplanan bira cips ne var ne yok aşırmışlar. Sırıta sırıta geldiler yanıma. Keyiflerine zaten diyecek bir şey yok, ikinci yari baslarken David’in tek bir beklentisi vardı; skor tahmininin doğru çıkması. İkinci yari da çok eğlenceli geçti. Maçın sonlarına doğru oyuna giren M.Marin hakkında konuştuk biraz, çok büyük bir yetenek olduğunu ve harika bir geleceğe sahip olacağını söyledi. Kroos mu Marin mi diye sordum; “Marin, çünkü daha hızlı ve bilekleri daha iyi” dedi.



Güle oynaya maçı 4-0 bitirdik. Benim içimde ise hafif bir burukluk vardı. Çok uzun yıllardır Çanakkale’de ANZAC günlerinde sehircenek ağırladığımız ülkenin takimini yenik görmek biraz üzücüydü.

Alandan ayrıldıktan sonra vedalaşırken David tembihledi; “Biz nasıl olsa finale kadar gidicez, sen tekrar gelirsin. Ama o zamana kadar gittiğin her yerdeki insanlara Almanya taraftarını ve takimini anlat lütfen”. David hakliydi; takimin hakikaten takim gibi top oynaması ve taraftarın coşkusu, o geceyi benim için unutulmaz kildi.

Eve dönerken tramvayda aksilikler hanesine +1 daha yazdım. Evden çıkmadan sormuştum bizim çocuklara; bilet alayım mi, kontrol var mi tramvayda otobüste falan diye. “Yok Mustafa, ben 8 senedir Köln’deyim, bir kere bile beni kontrol etmediler” dedi, eyvallah dedim ne gidişte ne de dönüşte almadım bilet. Fakat yine piyango yine piyango! Tramvayda içeri kontrolcü memur girdi. Bizim tarafa yöneldi ve insanlara biletlerini sormaya başladı. Sıranın bana gelmesi tas çatlasa 10 saniye. Yine korku yine bir adrenalin. Caydırıcı bir ceza yemek cep harçlığıma çok büyük bir darbe vurabilir. Şükürler olsun ki; yanımda oturan kız turist olduğumu anladı ve “sen hiçbir şey deme, ben birlikteyiz diyicem” dedi. Bir kart ve bir de bilet gösterdi, böylece bir aksiliği daha atlatmış oldu. Bu iki oldu, ulaşım konusunda yaşayacağım üçüncü sürpriz ne olacak bakalım.

Eve döndüğümde önceki 2 gecenin uykusuz geçmesinden dolayı çok yorgundum. Hemen uyudum.

Sabah erkenden pili pırtıyı topladım ve Köln Garı’na doğru hareket ettim. 3 tren kullanacaktım; istikamet ‘Alçak topraklar’ ülkesinin maçı için Eindhoven’di.

Yolda ilk iki gün yazımı yazarak, rahat rahat şehre vardım. Maçın başladığı saniyelerde bizim tren de Eindhoven İstasyonu’na giriyordu. Trenden iner inmez İsletme Mühendisliği 2008 mezunlarından Ulaş’la buluştuk ve garın hemen yanındaki taraftar alanına indik. O 200 metre kaderlik yolu yürürken Ulas’tan Eindhoven hakkında temel bilgileri de alıverdim tabii. “Burası Hollanda sayılmaz” dedi ilk olarak, “neden?” diye sordum, “kanal yok burda” dedi. Ya Rakım-nüfus? “Rakım 4, Nüfus 200000. 18000’i Türk”. Eindhoven 4 metre rakımıyla Hollanda’nın en yüksek şehirlerinden biri, hatta deniz seviyesinin üstündeki bir kaç şehrinden biri. 8 köyün birleşiminden oluştuğunu da ekleyelim.


Taraftar alanı tiklim tiklimdi. Maçı birlikte izlediğimiz Eindhoven Teknik Üniversitesi (TUE) yüksek lisans öğrencisi arkadaşlar Semih ve Cem’in söyledikleri ise çok ilginçti. Şehirdeki çoğu şirket maç mesai saatine denk geldiği için; ülkede sadece sel gibi durumlarda verilen alarm seviyesiyle, personeli rahat rahat maçı izlesin diye mesaiyi tatil ilan etmiş. Pazartesi günü işe gitmeyip bu alanı dolduran taraftarlar ise çok da mutlu görünmüyordu. Hatta coşsunlar diye arada hoparlörlerden çok yüksek sesle müzik veriliyordu. “Neden?” diye sordum, ”erken gol gelmediya canları sıkıldı” dedi bizimkiler. İlk yari en çok heyecanlandıkları saniyeler topun Van Bommel’e geldiği anlardı, onu gerçekten bir lider oyuncu olarak görüyorlar ve çok büyük saygı duyuyorlar. Hatta Ulas nerede okudu bilmiyorum ama dediğine göre; Ballack FA Cup Finali’nde sakatlanıp Dünya Kupası’nı kaçıracağı belli olunca Schweinsteiger’e sormuşlar Almanya’nın kaptanı kim olsun diye, “Van Bommel olsun” demiş.

Devre arasına kadar her pozisyonda kamerayı açtım, fakat ne Almanya maçında ne de bu maçın ilk yarısında emelime ulaşamamış; yani canlı bir gol ani yakalayamamıştım. Devre olduğunda bir karnimizi doyuralım gelelim dedik ve tercihimizi lahmacundan yana kullandık. Kebapçının önünde gevsek gevsek oturuyoruz, nasıl olsa taraftar alanı hemen arka sokakta, elimizdekileri bitirelim geçeriz hemen diye düşünerek. Hop o arada ikinci devre başlıyor ve gol oluyor. Sözde canlı gol yakalamayı istiyorum, karnimi doyurucum diye golü izleme fırsatını bile kaçırmıştım. Neyse ki alana döndüğümüzde bedavadan bir golle Hollanda’nın 1-0 öne geçtiğini gördük. Danimarka kendi ayarında topunu oynuyordu, alandaki taraftarlar ise bu Danimarka’ya daha fazla atmak istiyordu. Bu sefer şanslıydım, Kuyt’in golü geldiğinde kameram kayıttaydı. Bir meydan dolusu turuncunun sevinci çok hoş bir görüntüydü.

Maçı bitirdik, hemen müziği açtılar. Başladı bizim portakallar kopmaya. Ulas hemen “bak bu ortamı her yerde bulamazsın ona göre, bir Brezilya bir de bura” dedi. “Ama bu kadar coşku çok milliyetçi olduklarından değil, ortam olsun aksiyon olsun bunlara, seviyorlar” diye de ekledi. Taraftarların bir bolumu 300 metre kadar ilerideki merkeze gittiler, biz de Philips amcanın heykelinin de yer aldigi bu meydanda bir kafeye oturduk ve Ulas’larin Hollandalı arkadaşlarıyla çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Çocuklar zaten orada en çok tüketilen bira olan ‘Bavaria’ ile kafayı bulmuş; espriler gırla gidiyordu, gülmekten resmen yanaklarım ağrıdı.


Sonra biz kampuse gittik; Ulas’in ‘spacebox’ komün yasam odasında bulgur pilavı-taze fasulye yedik, ardından bisikletlere atlayıp Philips Stadyumu’nu bir ziyaret ettik. Tekrar meydana döndüğümüzde turunculular hala galibiyeti kutluyordu. Hakikaten Hollandalılara aksiyon olsun yetermiş.

Meydanda bir İrlanda barında ise İtalya-Paraguay maçını seyrettik, birer Guinness içtik. Orada tanıştığımız Menon abimiz ise on numara bir adam çıktı. Mac bir yandan, sohbet bir yandan oldukça keyifliydi. O ve arkadaşıyla da bir röportaj yaptık hatta.



Akşamı yaptığımızda üniversitedeki Türk öğrenci arkadaşlardan bir davet aldım. How I Met Your Mother jargonuyla konusayim; biraz sandvic atistirdik. Gece nasıl yattıysam sabah da aynen öyle kalktım. Çok yorulmuşum…

Sabah uyandığımızda kahvaltımızı yaptık ve Amsterdam’a hareket ettik. Museumplein'da bayağı vakit gecirdik. Zaten zamanımız dardı, dönüşte gara da Red Light sokaklarından donduk. 15 yas ortalamasına sahip İspanyol turist ekibi vardı önümüzde. Gençlerin maşallahı var, aksatmadan her camekanın önünde durup kıkır kıkır gülüyorlardı.


Gara vardık; benim istikamet Schiphol Havaalanı, Ulas’inki Eindhoven olmak üzere vedalaştık. Hollanda’da çok çok keyifli iki gün geçirmiştim, e seyahat moralim de futbol coşkum da üst seviyedeydi. Madrid uçağımızın bir saat rötarlı kalkması falan umurumda değildi, hiç bilmediğim bir şehre gidiyordum ve çok heyecanlıydım.

Gece 11 gibi havaalanına indiğimizde burada uyumaya karar verdim. Hatta hala havaalanındayım, birazdan metroyla “Madrid merkez, rahat olsun herkes” diyicem. Bakalım Ispanya-Isvicre maçından ne gibi hikayeler çıkacak? Maça kadar bir taraftar grubuyla tanışıp, maçı kol kola izlemeyi umuyorum.

Hatırlatmaya devam; gün gün fotoğraf paylaşımı ve durum güncellemeleri için Twitter veFacebook’a bekliyorum.

Tüm gece, 5 saat boyunca bir duvar dibinde, 5 gün boyunca çektiğim bütün videolardan bir klip oluşturdum. Fakat internetimin yavasligi nedeniyle bir turlu yukleyemedi. 12 dakika kadar bir klip, ben hazirlarken cok eglendim, umarim sizler de keyif alirsiniz. Gece en azindan facebook'a yukleyebilmeyi umuyorum.

Yarin ise Barcelona’dayim. Gaudi’nin harika eserleriyle, sahiliyle, La Rambla’siyla gideni kendine aşık eden bir Akdeniz kenti…

Selamlar,

Mustafa, Madrid…

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Eşsiz Başlık)) benim için çok ilginç))