27 Nisan 2012 Cuma

Gazella ile Beyrut Günlüğü: İlk izlenimler…



(Üzerimdeki yıllara mekan okuyan tshirt için kadim dostum Doğan Yağcı'ya teşekkürlerimle... Yola çıktığımda, hep ilk gün bu tshirtü giyerim, bir toteme döndü sayılır artık)

Yoğunluktan Beyrut’a dair çok şey okuyamadım yola çıkmadan önce. Daha önceki seyahatlerimizde dersimize çok iyi çalışmıştık, bir de böylesini deneyelim dedik. Ama eşe dosta “Aga bu Beyrut’ta ne yapılır, ne edilir?” diye sorma da ihmal etmedik tabii…

Giderken ne yapacağını bilmiyor olmak insanın içinde bir tedirginlik, ama çok daha fazlasıyla da özgürlük hissi doğuruyor. İşte bu kafayla 27 Nisan Cuma 11.20’de Atatürk Havaalanı’ndan “Ver elini Beyrut!” dedik.

Çanakkale-İstanbul gece 1 otobüsü yolculuklarından bünyede refleks haline dönüştü yıllardır yolda uyumak, nitekim Lübnan’a doğru yükseklerden yol alırken de aynısı oldu. Uçak havalanınca hemen uyuyakalmamak için direndim. Middle East Airways konforuyla seyahat etmenin tadını çıkarırken, ikram edecekleri yemeği de kaçırmak istemiyordum. Ama gel gör ki ikramda sınıfta kaldı MEA; ekmek arası kaşar, ekmek arası salam (farklı ekmeklerde vermesi ekmeğe abanmak adına artı yazar), kutu portakal suyu, dilim baklava maklava… Karıncağızımı doyurduktan sora vurdum kafayı. Bir ara gözümü açtığımda hostes abla sıcak servisi yapıyordu, dedim “Hadi bu da kaçıversin bari.” Yoksa tarihimizde yoktur ki yolda ikram edilen bir şeyi eksik alalım; Çanakkaleliyiz…

Koridor sırasında uçtuğumdan dolayı inişte şehri pek göremedim ama azıcık gördüğümle de olsa şunu fark ettim ki; dalgakıran gibi bir kara parçasının üzerine iniyoruz. Doğru muyum değil miyim google maps’ten bakarız.

Beyrut-Rafic Hariri Uluslar arası Havaalanı biraz küçük geldi gözüme. İnişin ardından pasaportu geçtiğimde uğradığım duty free’deki Malbuş fiyatları da… 2 kartonu 29 dolar, almayanı dövüyorlar!

Siz gelen yolcu bölümünde belirir belirmez, taksici abiler AŞTİ çığırtkanları gibi damlıyor hemen başınıza “Taksiii, taksiii” diye. Küçük havaalanında telefon hattı için tek dükkan bulunduğundan henüz bir sim kart alamadım. Çarşıdan alacağım. Turist bilgi ofisine gidip, şehir merkezine nasıl giderim diye sorduğumda da “kırmızı plakalı taksilere bineceksin, onlar ‘mini bus’ ” cevabını aldım.

Çıktım kapıdan gidiyorum kırmızı plaka bulmaya, ama meğersem onlar da bizim taksici abilermiş. Dışarıya adımımı atar atmaz abinin biri yine kitledi beni “Gel güzel kardeşim bizde ucuz” diye. “Kaça götürüyorsun abi?” dedim, “20000 Livre” dedi. İyi dedim, tamam geliyorum…


Taksiye biner binmez arka koltuğa da bir kadın müşteri aldılar. Beyrut’ta taksilerin bu şekilde çalıştığını duymuştum, adamlar yol üstünde de kenardaki herkese soruyor “nereye gidiyorsun?” diye, istikamet aynıysa alıyor arabaya.

Arabadaki kadın müşteriyle “Noooluyoruz? Nerdeyiz?” diye etrafa bakınırken taksici abinin makarasını yapmaya başladık. Ön koltuktayım, araba kim bilir kaç model, sohbet makara kukara şehir merkezine doğru ilerliyoruz. Kimsindir nerdensin derken, İstanbul’dan geldiğimi söyleyince hanfendi “Ben Türkçe biliyor” diyerek kanalı değiştirdi ve başladı Türkçe konuşmaya. Kendileri Marmara Üniversitesi’nde Fransızca hocasıymış.

Taksici abimiz ise çakalın önde gideni çıktı, bizim hocayı oteline bırakırken baktım 20 Euro alıyor. Herkese başka pazarlık yani… Bizim hostele varana kadar da elleriyle trafikten yakınıyor, ama trafikte kural tanımazken “datt datt” basıyor kornaya bir yandan.

Beni hostele getirdiğinde de “10000 Livre daha ateşlesene” diyor, ”verdimya 20000 abi” dediğimde jest ve mimiklerle “kurtarmıyor be abi” mesajını vererek fakir edebiyatının kralını yapıyor. Hadi diyorum abime ayıp olmasın, bayağı yol getirdi, cebine 5000 Livre sıkıştırıp “al bakim benden bir çay içersin manitanla” diyorum.

Beyrut sokaklarını şu ana kadar sadece arabanın ön koltuğunda, sağ kolum dışarıda, açık camdan “saçlarını savurursun, rüzgarlara bırakırsın” modunda gördüm. Önümüzdeki günlerde tarihine, kültürüne gireceğiz tabii ki. Ama şu saate kadar gözlemlediğim şudur: Burası küçük Eminönü…

Akşama ne yapacağım bilmiyorum, çıkar dolaşırım. Hostelde Türkler var, onlar da çakal hostel sahibiyle pazarlık kovalıyorlar. Hostel sahibi de Mrs. Hala, Hala Abla… Şimdi bir çay koydu içiyoruz. Makaraya sarıyorum onu da…


Bir de Hala Abla’nın yardımcısı var, Sarit. Polat Alemdar’ın büyük ‘fanboy’u. Hostelin altındaki nalburun önüne tabure atıp sohbet ederken onu kafaya almadan da olmaz hani. Hostelin altında nalbur mu olur ya?

Herneyse… Bizim işimiz budur; gezmek, makara. Makara yaparken gezmek, gezerken makara yapmak…

Yeni izlenimlerle görüşmek üzere.

Mustafa, Beyrut.                                                                     

Hiç yorum yok: