29 Nisan 2012 Pazar

Gazella ile Beyrut Günlüğü: Akşam sefası ve yükseklerden Akdeniz...

Selamlar,

Beyrut’un Achrafieh bölgesinde Couchsurfer hostlarımın evindeyim. Malum Lübnan’dayız, bulunduğumuz mahalle ise Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bir yer, fonda Yunan şarkıları çalıyor (Arada keskin geçişlerle İbrahim Tatlıses’e kulak veriyoruz) ve Hint yemeği pişiriyoruz. Hayat güzel…

Bugünü dinlenerek geçirdim desem yalan olmaz sanırım. En son cuma akşamında kalmıştık, buyrun kasedi biraz saralım ve Cuma akşamından cumartesi akşam vaktine kadar neler yaptığımızı hatırlayalım…

Cuma akşamı için hiçbir planım yoktu, sadece çıkıp sokaklarda yürüyecek, belki bir şeyler içecektim. Hosteldeki Türk gruptan bir arkadaş koridorda gezinirken akşam yemeğe çıkıp çıkmayacaklarını sordum ve -davetleri için sağolsunlar- kendilerine katıldım. Üçü de muhteşem insanlar, birbirinden orijinal karakterler. Haydi gelin karakterlerimizi tanıyalım:

Merve:


Çok komik ve eğlenceli bir insan, cümleleriyle ve davranışlarıyla. 24 saat poz verme halinde. Fotoğraf makinesini görmesine gerek yok; gözlüklerini takıyor, kesiyor pozunu…

Sabriye:


İçimizden biri; Gelibolulu. Memleketin insanı olduğundan kendisiyle kaynaşmamız çok da vakit almadı. Fotoğrafa merakı var.

Alper:


Adamın dibi, on numara bir karakter. Alper’le frekansımız bire bir; kendisi İTÜ çıkışlı. Makine Mühendisi ama sinema master’ı yapıyor.

Hostelden çıktığımızda üçümüz nerede yemek yiyeceğimiz bilmiyorduk ama Merve’nin aklında tek bir restaurant vardı; Karam… Hostelimizin bulunduğu Gemmayzeh’den 10 dakika civarı yürüyerek Downtown’a ulaştık.


(Tüm fotoğrafları üzerine tıklayarak büyük ebatta görebilirsiniz)

Yanlış saymadıysam 8 yolun birleştiği Place de L'etoile Beirut’a çıkan bir sokakta yer alan Karam, ilk bakışta kalitesini belli ediyordu.





Masamıza oturduk ve Merve’nin önerisiyle meze siparişlerimizi verdik. Ana yemek konusunda da yine Merve’yi dinledik. “Şimdi birini yersek öbüründe eksik kalırız” düşüncesiyle karışık kebap söyledik. İyi ki de söylemişiz… Dün gittiğimiz mekanda da masamıza koydular, burada yemekten önce çekirdek ikram ediyorlar. Önden açlığı yatıştırmak için çekirdek çıtlıyorsun, öğrenci evi stayla…


Ardından mezeler geliyor. Sadece humusun adını hatırlıyorum. Abilerin kuralı, büyük müzisyen Gökhan Tümkaya’nın İstanbul’da götürdüğü Antakya Sofrası’nda tadını biliyorduk Humus’un ama böylesini yemedik, inanılmaz lezzetliydi!


Diğer 3 mezenin isimlerini siparişi veren Merve bile hatırlayamayacaktır, sanırım isimlerini beğendiklerimizden ısmarladık. Turist stayla…








Masanın ağa babası ise Arak… Lübnan rakısı. Beğendim mi? İçimi rakıya göre daha kolay, ama kafa yapmıyor. Kaç duble içtik, tık yok… O kadar rakı içseydik, müzik olmayan restoranda ceketi bele bağlar sokakta oynardık. Arakın alkol oranı da rakıya göre daha yüksek oysa ki.


Kebaba gelelim… Muhteşemdi! Kebapsever Hüsam Abi’me de buradan selam olsun.


Biz yemeğimizi yiyip, sohbetimizi muhabbetimizi ederken yan masadan Lübnanlı bir abimiz “Türk müsünüz?” dedi Türkçe. “Evet” deyince, girdi muhabbete… Kendisi 1975-77 yılları arası İstanbul’da yaşamış ve Türkçe’si hala çok iyi. Bize Arapça ve Türkçe’deki ortak kelimeleri anlattı. Oradan Latince matince kökenler derken, iyi bir dil kökenleri vaazı dinledik abimizden.




Karam’da karnımız doymuş, ‘Arak’ımızı içmişiz, keyfimiz yerinde… Gençler dedi “Alemlere akalım, kopalım mopalım”. Dedim “Tamam, nereye gidiyoruz?.”

Bu arada hesabı isterken geçen diyalog unutulmazdı! Alper garsona Türkçe olarak “Hesabı alabilir miyiz?” dedi. Sonra biz gülmeye başlayınca, “Ne oldu, neden gülüyorsunuz?” diye masum bir tepki de verdi. Bekledik, kendisi anlasın hatasını diye… Jeton geç düştü Alper’in. Ayaklar Beyrut’ya basıyor, kafa İstanbul’da kalmış…  

Google’a “Beirut” yazdığınızda, google’ın arama önerisi olarak ilk karşınıza çıkardığı şey “Beirut nightlife” oluyor. O kadar nam salmış gece hayatına bir bakmak lazımdı bu şehirde. Şu ana kadar gördüğüm en iyi gece hayatına sahip şehirler olarak Barcelona ve şüphesiz ki İstanbul’u yazarım. Beyrut bi ikisiyle yarışamaz diyordum ki, yanılmadım… Fiyaskoydu! Cumartesi gerçi Beyrut, gece hayatı konusunda biraz toparladı gerçi kafamdaki izlenimini…

O kadar methedilen bir Sky Bar vardı görülecek. “Gidelim, görelim” dedik. Saat de 2’ye geliyor, yoldaki bina önlerinde nöbetteki güvenliklere sora sora bulmaya çalışıyoruz. Beyrut’un en güzel insanları güvenlikler bence. Çok yardımseverler, belki de gece muhabbet etmeye kimseleri yok, canları sıkıldığından. Telefonundan oynak bir şeyler açıp oynayanı bile gördük. Cevahir’de çalıştığım dönemden beri güvenliklerle aram iyidir zaten. Cevahir’in -2. katındaki mal kabulde az harcamadık günlerimizi…

İstikamet Sky Bar, yürüyoruz yürüyoruz ama bulamıyoruz Sky’ı. En son bir güvenlikçiye sorduk ve abimiz “Gençler siz bu yolu boşuna yürümüşsünüz, Sky daha açmadı sezonu.” deyince, hevesle bulmaya çalıştığımız mekana sallamaya başladık “Bu mevsimde neden açık değilmiş!” diye.

Ardından yeniden Downtown… Asmalımecsit’e benzeyen bir sokaktayız; mekanlar küçük, masalar sokakta, insanlar ellerinde içkilerle sokakta sohbette. “Orada dans etmeye yer yok” dedi bizim gençler, yine gelmeden adını duyduğumuz B018’i görelim dedik. B018’e çok yakın bir de Life Club varmış. Gidip ikisini de aradan çıkaracaktık. Sözde…

Taksiye 20000 Livre bayıldıktan sonra B018’e ulaştık. Arka taraftaki binanın terasında yer alan Life Club’a yaklaştığımızda, şıngır mıngır sosyete mekanı olduğu göze çarpıyordu. Rezervasyon istiyormuş, giremedik…  Geri B018’e döndük, onlar da girişe kişi başı 45 Dolar istediler! Kelle başı 45 dolar nedir, danaya mı giriyoruz? Saat 2’den sonra 20 Dolar’mış. Yine çok…

B018 çok enterasan bir mekan. Büyük bir otopark alanı düşünün. Tam ortasına 100 metrekare kadar 3 metrelik çukur kazmışlar, içine bar yapmışlar. Gerçekten ‘underground’ bir mekan…

Velhasıl biz paşa paşa bayıldık yine 20000 Livre’mizi taksiye ve döndük Downtown’a. Buddha Bar’ı deneyeceğiz… 





Buddha da fazla cikso bir mekan. Ama kapıda ne rezervasyon sordular ne de giriş ücreti. Girdik takıldık içeride 1 saat falan. Bizim kızlar da kurtlarını dökmüş oldu. %100 ayık olduğumdan çok dans edesim de yoktu, aldım makineyi mekanın içinde dolaştım. Hatta DJ’e gidip elimdeki makineyi göstererek “Türkiye’den geliyorum, gazeteciyim, içeriden fotoğraf çekebilir miyim?” diye sorduğumda hemen kabul etti. Demek ki makineyle sağda solda gazeteciyim ayağı çekebilirim.






Buddha’dan çıktığımızda oldukça yorgunuz, yürüyerek hostele dönüyoruz. Uyku vaktidir…


2. Gün


Saat 11’de uyandığımda kafamdaki tek şey, öğleden sonra Couchsurfer hostlarımın evine taşınmak ve onlara göre bir plan yapmaktı. Ta ki bizim Türk dostlar “Yüzmeye gidiyoruz, gelsene” diyene kadar. Araba da kiralamışlar havaalanına indiklerinde. 3 tane on numara insan var, altımızda araba var, “Gezelim, yüzelim” diyorlar. “Tamam” dedim.

Eşyalarımı gençlerin bagaja attık, kırdık direksiyonu şehrin kuzeyine... Planda 3 şey var; yüzeceğiz, Harrisa Tepesi’ne çıkacağız ve Jeita Grotto’yu, yani Jeita Mağarası’nı göreceğiz. Heyecan verici…

“Plaj bulacağız” derken şehirden sanırım 25-30 kilometre kadar uzaklaştık. Muhabbetimiz iyi ama. Alper şöför, ben muavin. Arka koltuktan Merve gezilecek yer direktiflerini veriyor, Sabriye ekmek arası krem peynir hazırlıyor hepimize. Ekip güzel, ekip keyifli… Yollar bizim!


Yolun %90’ında trafikle boğuşuyoruz, Alper arabayı çizdirmemek için büyük çaba harcıyor. Söylediklerine göre bir çizik, ceplerinden 80 Dolar olarak çıkacak ve kendilerine gidlemeyecek yol, içilemeyecek su, kullanılamayacak elektrik olarak geri dönecek.

Bayağı yol gittiğimizi fark edince, kırıyoruz direksiyonu ana yolun altındaki bölgeye. Alper’le benzetmemiz aynı oluyor: “Aga burası Beyrut’un Silivri’si galiba, baksana yazlıklara.” Yazlıkçı mahallesinde markete girmeden olmaz. Dördümüzün tipi de tam olarak günübirlikçi. Mangal kömürü ve karpuz alamayacağımıza göre biraz meyve alalım diyoruz. Muzun kilosu 1000 Livre. Bedava… Alıyoruz 1 kilo muz. Oralarda plaj bulamayacağımızı anlayınca Harissa’ya gitmek oluyor fikrimiz.

Jounieh kentindeyiz ve Harissa tepesine teleferikle çıkacağız. Arabayı teleferiğe yakın bir yere park ediyoruz. Peki biz arabadan iner inmez “Taksiii, taksiii” diye atlayan ağabeylere ne demeli? Görmüyor musun abicim gözünün önünde arabadan inmişiz. Adamlarda refleks olmuş demek ki… Oğlu “Baba harçlık versene” dese, “Taksii, taksiii” diye cevap verecek adam. “Hayatım, yemek nasıl olmuş?”, “Taksiii, taksiii”.

Teleferiğe kişi başı 9000 Livre ödüyoruz. O tepeye aşağıdan bakmak bile gözünü ürkütüyor insanın.



Yükseldikçe heyecanlanıyoruz. Elimizde makineler, fotoğraflıyoruz...






Serkan Akkoyun’un deyimiyle: Beyrut Atatürk Stadı:


Deniz seviyesinden 650 metre yükseğe çıkıyoruz teleferikle, ilk defa tecrübe ediyorum böyle bir şeyi… Meryem Ana heyekli, orijinal adıyla Notre Dame du Liban selamlıyor bizi tüm ihtişamıyla. 1908’de yapımı tamamlanmış bir heykel ve hristiyanlar için çok kutsal bir yer.






Heykele kadar merdivenlerle çıkıyoruz. Manzara inanılmaz! Akdeniz ayaklarımızın altında…


Ronaldo’nun o meşhur pozunu hatırlayanlar beri gelsin…


Bu da muz imparatoru Mustafa Özdemir:


Heykelden aşağıya indiğimizde herkes poz peşinde. Önce bizim dostlar:


Sonra Lübnan’ın sefa pezevengi Mustafa Özdemir:


Hep beraber:




Jeita’ta doğru yola çıkmadan birer kahve içmeye karar veriyoruz bu eşsiz manzaraya karşı. O sırada bir de günü anlattığım video çekiyorum. Müziğin sesi, benim sesimi bastırıyoru biraz. Şarj bitecek diye hızlı da konuşuyorum. Olduğu kadar artık, kusuruma bakmayın:







Bu muazzam manzaraya veda etme zamanı artık... İniyoruz.





Sırada Jeita Mağarası var… 24 yıllık hayatımda gördüğüm en güzel doğa harikası! Tarif edilemez…

Jeita, Akdeniz’de gün batımı ve cumartesi gecesi gittiğimiz turistlerin uğramadığı bir eğlence mekanı olacak bir sonraki yazıda. Jeita’da büyülendik, gün batımında dinlendik, mekanda Lübnan ezgileri eşliğinde halayla eğlendik.

Şimdilik hoşçakalın…

Mustafa, Beyrut.  

Hiç yorum yok: