20 Aralık 2009 Pazar

Interrail Anıları, 4.Gün



23 Ağustos 2007


"Tulumların içinde biz, Adriyatik'in üzerinde o muhteşem yakamoz" derken güneş göstermiş yüzünü. Sabah olmuş, hava aydınlanmış kime ne! Akşama bir yatağımız olacak mı olmayacak mı, henüz bilmiyoruz. Bu yüzden, "uyuyabildiğimiz kadar uyuyalım, denize bakmaya doymuşuz zaten, kalkıp da ne yapıcaz" diyoruz.

İlk uyanan Recep olmuş, ilk işi de bizi fotoğraflamak:




"Topu dikmişsin" derler bizim oralarda benim yatış şeklime. Başımın altında plaj havlusu, uykunun son demleri...

Ekipte, yeni güne gözlerini açan ikinci kişi ben oluyorum. Uyuyan insanı çekmenin ilginçliği nedir bilmiyorum ama benim de ilk işim fotoğraf:




Döndüğümüzde, facebook'ta yaptığım albüme bu fotoğrafı da koymuştum. Liseden arkadaşımız Mahmut, bu kareyi; "niyet fotoğraf sanatı icra etmek değil, sırf saplıktan elalemin aşkına meşkine özenmek" olarak yorumlamıştı. Benim savunmamın üzerine de -kopyala yapıştır ile aktarayım- Kıvanç'ın şu yorumu gelmişti:

"gece yedi tabi pilakiyi ölecene yattı. pilaki uykudan önce bi özkaynak bi kızılay soda ister, yoksa hemen yattımıdı kaldırmazsın topu bi daha dikersin öyle. kıvanc orada tam bir avrupalı gibi aslında orada mahmutum; cevrede, 3 metre ötesinde olan bitene aldırış etmeden uykusunun dadını cıkarıyor"

Hâlâ aynı geyiği çevirirler bir araya geldiğimizde. Devam edelim... Öğlen olduğunda herkes güvertede gerine gerine, esneye esneye dolaşmaya başlıyor. Yine Pythion ekibinden iki Türk kızı görüyorum, "60 Euro verip gemide oda rezervasyonu yaptırdıklarını, fakat 6 kişilik ranzalı odaları gördüklerinde hayal kırıklığına uğradıklarını" söylüyorlar. Recep'le "İyi ki biz niyet etmemişiz odaya modaya, 3x30 Euro cepte kalmış hadi" diyor ve dalgamızı geçiyoruz kızlarla. 4 gün sonra bir trene bindiğimizde, 3x50 Euro'nun "Allah'ın sopası yoktur" lafını ispatlarcasına 30 sn içinde şık diye cebimizden çıkacağını ise henüz bilmiyoruz. Zaten bilsek, hiç inmeden aynı gemiyle Yunanistan'a geri döner, 22 günün 22'sini de orada geçirirdik. Öylesine koymuştu bize o ceza!

Sonunda bizim Kıvanç da uyanuyor. Birer konserve patlatıyoruz kahvaltı niyetine, yanında ise Atina'dan bizimkilerin karşı çıkışına rağmen "nasıl bişeymiş acaba?" diye aldığım Armut suyu. Alışık olmadığımız bir tat çıkıyor ve konservelere katıksız devam ediyoruz. "Biz sana demiştik, alaydın adam gibi bi vişne şeftali" eleştirileri üzerimde...

Geminin akşam 6 gibi Ancona'da olacağını hesapladığımız ve bir an önce varmak isteğimiz için, o günün öğleden sonrası bir türlü geçmek bilmiyor. Satrancın rövanşı oynanıyor, ekipteki herkes aylaklıktan "kendi kafası+güverte" fotoğrafları çekiyor. Onlardan biri:




17-18 saattir aynı ortamda bulunan bizlerin canı sıkılıyor da sıkılıyor. Sağımız solumuz uçsuz bucaksız deniz, bakın bakın nereye kadar! Etrafta hiçbir kara parçası görmüyoruz ama bir ara "Hırvatistan ne tarafta kaldı la?" diye tartıştığımız bile oluyor. Can sıkıntımız arttıkça içtiğimiz sigaraların izmaritlerini baş parmak ile orta parmak arasına sıkıştırıp, "camdan kim daha uzağa atacak" amacıyla yarışıyoruz. Güzelim denizi kirletiyor olmamızı hiçe sayıp "Adriyatik'e bu hareketle sigara atmadık demeyiz olum" diyerek kendimizi avutuyoruz.

4 gündür üstümüzde terleyen ve çantalarda kokuşan eşyaları cam kenarındaki demire diziyoruz. Sigara fırtlatma yarışının üstüne, "donu atleti serme" hareketiyle de bulunduğumuz alanı adeta bir köy arabasına çevirmiş oluyoruz böylece:




Zaman o sıkıntıydı bu geyikti derken geçiyor. Artık, Gök Mavililerin ülkesi ufukta gözüküyor! Mavi-beyaz inmiş, geminin direğine yeşil-beyaz-kırmızı bayrak çekilmiş. Heyecanlanıyoruz, Ancona'yı uzaktan seçmeye çalışıyoruz. Anons yapılıyor "bir saate Ancona'dayız, ona göre pılı pırtıyı toplayın" diye. Daha da heyecanlanıyoruz! "İtalya'ya ilk hangimiz ayak basacak?" yeni yarışmamızın adı oluyor.

Saat 6 oldu sayılır, Ancona Limanı gözle görülür hale geliyor önce. Sonra ise limana bakan yamaçtaki evler. Emre Abi "sanki sövalyeler kılıçlarını çekip karşınıza çıkacak gibi hissedeceksiniz o manzarayı görünce" demişti, kendisini bir kez daha teyit ediyoruz. Fakat hava bir hayli kapalı, "İtalya bizi yağmurla mı karşılayacak?" sorusu tüm backpackerların ağzında. Yine de mutluyuz, çünkü 'seyahatteki ikinci ülke'ye başlıyoruz!

Kahverenginin her tonundan o evler, tipik İtalyan panjurlu pencereler ve gün içinde yağmış yağmurun kokusu. Yine yağsan ne farkeder be gökyüzü, bizim yüzümüz gülüyor!

Klasik 'topçu' pozlarımızdan biriyle gelsin bu mutluluğumuzun ifadesi:




Tüm gemide fotoğraf telaşı, Bizim Fırat-Gizem çiftinden de bir "Ancona hatırası" :




Çantalar toplanıyor, birşeylerin unutulup unutulmadığı kontrol ediliyor. Sırtlanıyoruz yükümüzü, çıkışa doğru kalabalığın peşine takılıyoruz. Biz tırrım tırrım en alt kata inene kadar, Ancona "hoşgeldiniz beyler" dercesine sağanak yağmuruna başlıyor. Bizim dışımızda diğer backpackerların da Ancona Tren Garı'nın nerede olduğu ve tren saatleri hakkında en ufak bir fikri yok, biraz beklemeye karar veriyoruz. Sanki Anfield Road tünelindeyiz de birazdan Şampiyonlar Ligi şarkısı eşliğinde sahaya adımımızı atacağız. En azından benim heyecanım bu kadar yüksek! Bir iki kare alayım İtalya'nın bizi bu nazik karşılayışının hatrına diyorum:




Ekip de bendeki bu heyecanı görmüş olacak, "sen git sor bakam şurdan bi agaya, gar yürüyerek ne kadar çekiyomuş burdan" diyor bizimkiler. Fırlıyorum yağmurun ortasına! Bu sırada İtalya'ya ilk ayak basan da ben oluyorum. Bu rekabet daha sonra diğer ülkelere de taşınacak. Limana park etmiş bir arabaya yöneliyorum. Ya adam anlatamıyor ya da ben anlayamıyorum, haybeye bir konuşma geçiyor aramızda. O arabanın içinden konuşurken yağmuru yiyen ben oluyorum. En azından hangi yöne doğru yürüyeceğimizi öğrenip dönüyorum geriye. Şansımıza bir iki dakika içinde yağmurun şiddeti azalıyor ve başlıyoruz sandaletlerle şıpıdık şıpıdık yürümeye.

Yürüdüğümüz istikamette gördüğümüz her "stazione" yazılı tabela "yürüyün gençler doğru yoldayız" diye birbirimizi motive etmemizi sağlıyor. Tabii yol üzerinde İtalya'nın ilk fotoğraflarını çekmeyi de ihmal etmiyoruz. Herkes makinesini diğerine veriyor ve "çek bakam şu sokaklarda beni" ricasında bulunuyor:




Recep bir restaurantın önünü tercih ediyor:




Ekip kalabalık, yürürken de fotoğrafı eksik etmek yok:




Bir köprünün altından geçerken Ancona Ultras'ının spreyle yazdıklarına takılıyor gözümüz. Ultras'a yakışır güzel motifler işlemiş agalar. Ultras'ın genel bir isim olduğunu ve İtalya'nın birkaç tanesi hariç tüm kulüplerinin, Avrupa'nın ve Güney Amerika'nın birçok kulübünün endüstriyel futbola karşı duran taraftar gruplarının bu ismi kullandıklarını hatırlatalım.

Yaklaşık 20 dakika yürüdükten sonra gara varıyoruz. Orada farkediyoruz, başka bir saat dilimine geçtiğimizi ve saatlerimizi birer saat geri almayı unuttuğumuzu. Herkesin istikameti Roma, tren saatlerine bakıyoruz; 18.56'da Roma Termini'ye tren var. Bir saat kadar bekleyeceğiz. Fırsat bu fırsat, tüm ekip çantaları bana emanet edip bir market bulmaya çıkıyor. Bana da yere çömüp etrafa bakınmak kalıyor.

Yarım saat kadar bekliyorum, canım sıkılıyor. Bir telefon kartı alıp evi arıyorum, "İtalya'dayız" haberini veriyorum. O ara ekip geri dönüyor yeni konservelerle. Ardından perona geçiyoruz:






Tren geliyor... İstikamet başkent! Bir vagona yerleşiyoruz hepimiz. Biletlerimiz kontrol edildikten sonra kimimiz uyuyor kimimiz ise etrafı seyrediyor. İtalya'yı doğudan batıya keseceğiz ve yaklaşık 4 saat sürecek çizmedeki bu ilk tren seferimiz.

Yol acıktırıyor ve Kıvanç'ın Türkiye'den kalan son korservesi "yaprak sarma"sını zorla da olsa açtırıyoruz. Karnımız tok, yolumuz uzun... Trenimiz küçük kasabalardan, yemyeşil vadilerden ve uzun tünellerden geçiyor. Bir ara hareket halindeki trenin camından kafamı çıkartıp bir kare yakalıyorum:




Uyuyorum... Roma Termini Garı'na vardığımızda bizimkiler uyandırıyor, ne kadar büyük bir tren garına geldiğimizi henüz farketmiyorum. Pılı pırtıyı toplayıp iniyoruz. İndiğimizde görüyoruz ki istasyon tam 24 perondan oluşuyor. Saat neredeyse 12 olduğu için gardaki tüm mağazalar kapalı, artık günün son trenleri geliyor Roma'ya. Ekiple nerede uyuyabileceğimizi ayaküstü konuşuyoruz. Kararımız; "başımızı yastığa koyabilmek", yani bir hostel bulmak.

Lonely Planet'taki tavsiyeli hostellerden, içinde kendine özel diskosu dolayısıyla bizi cezbeden gençlik hosteli Yellow Hostel'i bir görelim diyoruz. The Yellow'u buluyoruz bulmasına da, resepsiyondaki junior Del Piero adam başı 35 Euro çekiyor. Biz "yok" diyip çıkarken, Fırat'la Gizem orada kalıyor. Vedalaşmaya gerek yok, rotamız birbirine çok benzediğinden nasıl olsa yine biryerlerde 3. kez denk geleceğiz. Emre Abi'nin kroki ile çizerek anlattığı hosteli bulmak o saatte zor olacağından, Termini'nin hemen yan caddesi olan ve üzerinde bir çok hostel bulunan Via Marsala'ya yöneliyoruz. 4 kişiyiz; 3 biz ve bir de "May I watch" diye bizimle tanışan Oğuzhan...

Caddeye çıkar çıkmaz ilk otelin önünde bekleyen adam, turist olduğumuzu gözlerimizden ve çantalarımızdan anlıyor. Adam otelin resepsiyon görevlisi çıkıyor ve bize kalacak yerimiz olup olmadığını soruyor. Ardından, amacı bize oda satmak. "Sen önce fiyattan haber et aga" diyoruz, kişi başı 25 Euro çekiyor. Yola çıkmadan önce Avrupa hostellerinin gecelik fiyatlarının 15-20 arası kısmını kendimize uygun gördüğümüzden, "yok olmaz, çok dedin, in biraz" diye başlıyoruz pazarlığa. Gerçi, adamınki bildiğin iki yıldızlı otel, niye indirsin ki! Bu arada, otelin adını bile hatırlıyorum; Hotel Stromboli. Kendisi bir Akdenizli olduğundan olsa gerek insaflı çıkıyor ve kişi başı 20 Euro'ya anlaşıyoruz. O saatte 2 Euro daha ucuzunu aramaya hiç gerek yok, geceyi hele bir atlatalım, sabaha bakarız çaresine.

Pasaportlarımız veriyor ve girişimizi yaptırıyoruz. Ben Oğuzhan'la iki tek kişilik yataklı oda alıyorum, Kıvanç da Recep'le. Hiç muhabbete dalmadan herkes yatağına geçiyor.

Sabah işimiz çok; önce yatacak başka bir yer bulacağız, ardından şehri gezmeye başlayacağız. Bu büyüleyici şehre 3 gün ayırmayı düşünüyoruz. İlk günümüzde, şehri ortadan ikiye bölen Tiber Nehri'nin doğusu... Adım adım gezeceğiz, hatıraları biriktirmeye devam edeceğiz.

Başımız ilk kez yastıkta, uyku zamanıdır...

Interrail Anıları, 3.Gün



22 Ağustos 2007


Atina'dayız, uyandıran Eirini... Trenden inerken "Acaba bizimkilerin tren gelmiş midir?" sorusu kafamda. Çantaları yükleniyorum ve Eirini ile başlıyoruz peronda ilerlemeye. Sabahın erken saati, biraz kalabalık var. Gözlerimi tam açamamışım, her ne kadar iki gecedir düz bir zeminde uyuyamamış olsam da trenin koltuk tatlı gelmiş. İlerleyen günlerde, yatak değil sadece bir düzlük bizi tatmin edecek.

Ben ağır vasıta misali sağdan sağdan yavaştan yürürken, arkadan biri çaaat diye sol göt cebime vuruyor! Şakanın seviyesi oldukça tanıdık, tam 6 senedir kalabalıkta "aha cüzdan gitti" hissini vermek için birbirimize yaptığımız oldukça seviyesiz bir şaka. Yüzümü çeviriyorum; bizim 'bitirim' ikili karşımda! Kıvanç Ankara sıcağını hafif yemiş, bronz teni 'biraz daha bronz'a çalıyor, Recep ise 2 gün önce bıraktığım Recep.

Eirini'yle vedalaşıyoruz, partner olarak güzelim Yunan kızından iki sapa geçiş yapmak vedanın hüznüne hüzün katıyor. Kızcağız kalabalıkta kaybolur kaybolmaz, Kıvanç yol boyu eksik etmeyeceği o güzel mizahına dakika 1 gol 1 diyerek başlıyor:

"Nerden buldun lan bu Yunan çingenesini?!"

Uzunköprü'de çingenenin içinde büyümüş bir adamdan duyduğum şu lafa bir bakın hele! "Sen nesin lan dalya...k?" gibisinden ağır bir cevap veriyorum ona. Güzelcene, hoş sohbet bir kızcağız alt tarafı. Bu tarz yaklaşımlara ne gerek var? Ama Kıvanç'ın bu lafı, birbirimize sarılma-hâl hatır sorma faslında bizi bayağı bir güldürüyor.

Bu gariban ikili 24 saat aralıksız yoldan -o günün akşamı 22 saatlik gemi yolculuğuna başlayacaklarından henüz habersizler- gelmiş, olabildiğine yol yorgunu, karınları acıkmış. Tek çantalık lockera üç çanta sıkıştırıp, Patra trenlerinin de saatini öğrendikten sonra gardan çıkıyoruz ve kendimizi Atina sokaklarına bırakıyoruz.

Karşımızda orjinal birşeyler çıkacak diye beklerken, tak diye seyyar bir simit tezgâhı görüyoruz. Onlarda 24, bende 48 saatlik memleket özlemi, alıyoruz hemen birer tane 'taze sıcak simit'. Onların simit porsiyonu bizimkine göre biraz daha büyük sanki, suyla götürünce mideyi şişiriyor. Zaten tüm yolculukta, her yemek faslında amaç sadece 'şişmek' olacak. Şişmek için üç yudum lokmayla kola içilecek, Roma'nın sebil çeşmelerine abanılacak.

Lonely Planet'ın ayrıntılı haritası benim elimde, "nereye gidelim?" diyoruz, aklımıza Akropolis'ten başka biryer gelmiyor. Şimdiki aklım olsa ilk olarak Panathinaiko Stadyumu'na giderim. 1896'da ilk modern yaz olimpiyat oyunlarının düzenlendiği stadyum...

Haritaya göre Akropolis'e giriş şehrin en eski semti Plaka'dan olduğunda, istikameti Plaka'ya çeviriyoruz. Akropolis şehrin neredeyse her yerinden görünüyor, böylece Atina ara sokaklarından Plaka'ya ulaşmak çok da zor olmuyor. Akropolis, yaklaştıkça heyecanlandırıyor:




Hemen Akropolis'in de içinde bulunduğu antik alanın girişindeki bilet ofisine yöneliyoruz. Biletler çoğu müzede olduğu gibi öğrenci ve tam olarak ayrılmış, fakat bizde uluslararası öğrenci kartı yok! Tam fiyat vermeye niyetimiz de pek yok, küçük bir katakulliyle 3 öğrenci bileti kestiriyoruz. Yukarıya çıkmadan önce aşağıdaki müzeyi geziyor ve yola devam ediyoruz. Yine Emre Abi, yine çok kritik bir nokta! Bana google earth'ten bile kolayca bulabileceğim kadar iyi çizmişti o fıskıyenin yerini, "Git bi duşunu al, serinle, öyle çık Akropolis'e" demişti. Aynen öyle yapıyorum. Ben kendimi Atina Büyükşehir Belediyesi'nin serin sularına bırakırken Kıvanç'ın eli ise objektifte! Recep de kıkır kıkır gülmekle meşgul sanırım o saniyelerde.








Tsirtü de çıkarıyorum, alandaki tüm turislerin gözleri 'koca yaz deniz suyu görmemiş, İTÜ havuzunda 1 liralık seanslarda birkaç kez yüzülebilir suya temas etmiş' appacık vücudumun üzerinde! Saçlarsa Tuncay Şanlı'yı andırıyor.

Akropolis'e çıkıyoruz, rakım yükseldikçe Atina'nın o meşhur beyaz evlerini seyrediyoruz. "Adamlar güzel şehir yapmışlar aga" diye hayranlığını dışa vuruyor Kıvanç. Akropolis'in ön tarafındaki kontrol noktasından üst çıplak geçen ben, görevli bayan tarafından sert bir şekilde uyarılıyorum: "Put on your shirt please!!". Sanarsın Mekke sınırlarına giriyoruz, alt tarafı Akropolis! Avrupalıyım diye geziyorsun ama benim üstüme başıma laf ediyorsun! Şaka bir yana doğru bir uyarıydı sanırım o. Bizimkilere Eirini'nin esmer teninden sonra ikinci geyik kozunu vermesi de cabası.

Akropolis'te yarım saat kadar vakit geçiriyor, Atina'yı 360 derece seyrediyoruz. Oldukça kalabalık, herkesin elinde fotoğraf makinesi. Biz de üç beş fotoğraf çekinip yollanıyoruz Akropolis bayırından aşağı.






Plaka'nın ara sokaklarındayız, hediyelik eşyacılara göz atıyoruz. Recep gittiğimiz her yerden rozet alıcam demiş kendine, ama daha ilk günden eurocuklara kıyamıyor ve vazgeçiyor. Olympiakos'un taraftar mağazasına dalıyoruz bir ara, o güzelim ürünlere de bakmakla yetiniyoruz. Yol bilmeden iz bilmeden Plaka'yı da bitiriyoruz. Patra trenlerinin saat başı olduğu aklımıza geliyor. "Atina bu kadar yeter, yatıya kalmayalım biz hacı" diyoruz ve aceleyle bir market aramaya başlıyoruz. Birkaç meyve ve ekmek yüklendikten sonra istikametimiz gar! Yolda 34 plaka bir motorsiklet görüyor ve İstanbul'da 17 plaka görmüş gibi heyecanlanıyoruz.

Metroyla gidiyoruz gara. Atina metrosu oldukça yeni ve temiz görünüyor. Ayrıca turnike diye bir oluşuma da gerek duymamış agalar, sensörlü küçük kapılardan geçiyoruz. Vardığımızda acele etmekten biraz terlemişiz. Neyse ki yakalıyoruz treni, çantaları lockerdan alıp trendeki yerlerimizi alıyoruz. Adamlar bizi 4 saat yol götürecek trene Ç1 ( Çanakkale'de bir tür belediye otobüsü ) koltuğu koymuşlar, bizim çömlekler zor sığıyor o koltuklara.

Yarın günlük turun ardında başkente veda ediyoruz. Bir Yunanistan öğleden sonrası bakına bakına ilerliyoruz. Korinth kanalına yaklaşıyoruz, kafamı cama yaslıyorum 1 saniyecik bile olsa göreyim diye. Zamanında az fotoğraflarına bakmadım Mora ile Yunanistan ana karasını ayıran bu kanalın. Ben farkedemeden geçmişiz kanalın üzerindeki köprüden, ruhum duymamış! Bir sonraki kasabanın durağında farkediyorum bunu. Yol mayıştırıyor bizimkileri, Kıvanç uyku için optimum pozisyonu arıyor:




Mora'nın kuzey kızıları ise aynı bizim Küçukkuyu-Altınoluk-Akçay hattı. Heryerde moteller ve kamp alanları, emekliler denize giriyor. Bu küçük kasabaları seyrede seyrede ilerliyoruz Patra'ya doğru. Bu liman şehrine yaklaştığımızı Rio-Antirrio Köprüsü'nü gördüğümüzde anlıyoruz. Elim deklanşörde, sazlıkların arasından bir fotoğraf yakalayabilir miyim diyorum. Denk geliyor bir tane:




Köprü Korinth Körfezi'nin tam girişinde. 2004 Atina Olimpiyat Oyunları'nın başlamasına bir hafta kala açılmış. 10 dakika içinde varıyoruz Patra'ya. İstikamet hemen gemi şirketlerinin ofisleri. Birbiriyle ortak çalışan iki farklı şirket var, ikisinde de Bari'ye bilet yok! İkinci seçenek Ancona'ya gitmeye karar kılıyoruz. Superfast Ferries'ten, Ancona'ya kelle başı 30'ar Euro ödeyerek 'güvertede uyumak' üzere biletlerimizi alıyoruz.

Gemi de gemi hani! Yürüyen merdivenler, asansör derken çıkıyoruz güverteye ve piknik masası gibisinden bir masayı kapatıyoruz hemen. Yemeğimizi orada yiyecek, muhabbetimiz orada edecek, gece de orada uyuyacağız. Tünüyoruz kısaca!

Masaya yerleşir yerleşmez, ilk işim çantadan havluyu çıkarmak oluyor. 3 gündür sıcakta o kadar yol tepen nacizane bedenimin 'apış arası' diye tabir edilen bölümü 'mexican hot' derecesinde yanıyor. Duştan çıkıyorum, bizimkilerde pis bir gülümseme! Yatılı okulların vazgeçilmezi 'duş bahane' esprisi mi gelecek diye düşünerek "Hayırdır?" diyorum, "senin hemen arkandan bi tane de zenci girdi duşa, ne iş la?" sorusu geliyor soruma karşılık. Çok daha ağırmış meğer o pis sırıtışların ardındaki sebep! Yan duşa giren zencinin de benim de günahımı alıyor çakallar. Irkçılık da "+1" yazıyor günah hanelerine...

"Arka tarafa gidelim kalkışı izleyelim" diyorlar, Tuncay Şanlı'dan bir Puyol bir Coloccini modeline dönen saçlarımı da savurarak eşlik ediyorum bizimkilere. Gemi kalkerken "kalbim Adriyatik'te kaldı" şiirimizin ilk mısrası oluveriyor. O eşine az rastlanır gün batımına bir saatten az zaman var! Herkes güvertenin kıç kısmındaki çay bahçesine benzeyen alanda. Eller sallanıyor limana; sanki tarih 10 Nisan 1912 ve ben Southampton Limanı'ndayım.

Gemimiz aheste aheste Mora'dan uzaklaşırken birer sandalye çekiyor ve Kıvanç'ın Davidoff paketin jelatini açaraktan sömürmeye başlıyoruz. Bu arada benim çantada Pall Mall var. İki paketi de Patra'daki marketten almışız, ama öncelikli tercihimiz "kalite". Davidoff'tan çektikçe Kıvanç bizim Recep'le ortak aldığımız turuncu Pall Mall'a sallıyor da sallıyor. Neymiş? Üç kuruşa daha kıyıp adam gibi bir sigara almamışız da gidip Amerikan köylülerinin sefil sigarasını almışız! Sene 2009, hâlâ iddia eder "O Pall Mall paket bitmeden döndü Türkiye'ye, hep benden otlandınız" diye.

Biraz fotoğraf çekinek diyoruz ve bir "Çanakkale-Eceabat vapurundaki ortaokullu gezi grupları" klasiği geliyor bizimkilerin aklına; "Titanik yap Mustafa!". Ayağa kalkmaya, şova lüzum yok, oturduğum yerden:




Ama bu manzara da kaçmaz hani! Güneş batarken, takımın yeni transferinin basın toplantısı misali deklanşörler şakır şakır!




Keyfe biraz ara verip, içeriye, masamıza geçiyoruz. Benim Pythion'da uğurladım Türk gruptan iki tanıdık yüz var iki masa ötede; Fırat ile Gizem. Sağolsunlar, biz gariban seyyahlara meyve ikram ediyorlar. Bu arada, 'gariban seyyahlar'da meyveye kısıtlı bütçe var ama çantada da paraya kıyıp alınmış kuzu gibi Smirnoff North yatıyor, o gece içilmeyi bekliyor. Onlarla bizim ekibi tanıştırdıktan sonra İtalya rotamız üzerine konuşuyoruz Kıvanç ve Recep'le. Rota; Ancona-Roma-Floransa olacak gibi görünüyor şimdilik.

Artık gece bastırıyor... Midelerde guruldama sesleri. Neyse ki karnımız acıktığında barbunya pilâki imdadımıza yetişiyor. Ban ekmeği! Bu leziz yemeğin üstüne yine Davidoff yakışır, 3 daha gitti, kaldı 14 dal! O sırada yine Pythion ekibinden iki Fransız elemanla selamlaşıyorum. Masamıza davet ediyoruz ve "turist çoktur, kızlarla tanışırız kesin" ümidiyle bindiğimiz gemide 3'ten 5 sapa yükseliyor grubumuz. İstanbul'dan Pythion'a doğru yol alırken trende satranç oynayan çocuklar bunlar. Bizim "Çanakkale birincisi olup okul bütçesinin yetersizliği nedeniyle Ankara'daki finallere gidemeyen" eski şampiyon Kıvanç, Fransız dostumuzu oyuna davet ediyor.
Tam tabiriyle; çok fena tokatlıyor Kıvanç junior Lizarazu'yu!

Fotoğraf için kasedi 10 saat kadar ileri saralım; sabah kalktığımızda oynanan ve yine Kıvanç'ın zaferiyle sona eren rövanş mücadelesinden bir kare görelim:




Fotoğrafa dikkatli bakacak olursanız, pratik zekalı temsilcimizin kül tablası olarak kullandığı cismi farkedeceksiniz. E bu kıvrak zeka rakip mi tanır?! Bizimkiler oyuna devam ederken, uzun saçlı bir eleman yaklaşıyor ve "May I watch?" diyor. Buyur ediyoruz masamıza, "nerelisin?" diye sormamız yeni bir sürprizi de beraberinde getiriyor, kızan Türk çıkıyor. Zaten erkek, ettik 6 sap!

Oyun bitip saat gece yarısını geçtikten sonra Recep'le arka tarafa gidip birkaç shot Smirnoff'la içimizi ısıtıyoruz. Ardından Kıvanç'ı da alıp alt kata, restaurant ve barın olduğu bölüme bir göz atalım oluyor kararımız. İniyoruz bakına bakına... Ama ne görelim!! Gençlik vardır diye indiğimiz, disko dedikleri yer midemizi kaldırıyor! Namussuzum bizim Altınoluk'un diskoları Reina kalır oranın yanında! 60+ yaş ortalamasına sahip enerjik bir grup, cesurca figürlerini sergiliyor. Girişimiz ve çıkışımız 5 sn!.. Kumarhane bölümüne bir göz atıyoruz. Herkes laçka, sıfır gerilim. Biz otursak eşli pişti oynasak iki el, daha ciddi oyun döner o masada! Geminin restaurant menüsüne bakarak yetinip, son durağımıza, yani gemi şirketinin ürünlerinin satıldığı markete giriyoruz. Çok pahalı, yine hiçbir şey alamıyoruz. Orada gördüğüm; üzerinde geminin çizimi olan ve "I was on board" yazan tsirt içimde kalmıştır, eğer bir daha geçersem o denizi, mutlaka alacağım!

Alt kattaki turu sona erdirirken yorgunluk çöküyor üçümüze de. Yukarıya çıkıp alanımızı parselliyoruz ve seriyoruz tulumları! Yatak yok ama en azından düz bir zeminimiz var. Tren koltuklarındaki uykuların ardından ona bile hasretiz!

Uyku vaktidir... Sabah, Adriyatik'te süzülen o güzelim gemiyi 'köy arabası'na çevireceğiz. Akşama bir orta çağ kenti görünümüyle bizi karşılayacak olan Ancona'ya varacağız, gece yarısı ise başımızı 'yastığa' Roma'da koyacağız.

Interrail Anıları, 2.Gün



21 Ağustos 2007


Sabah 8 gibi Selanik Garı'na varıyoruz bizim kral çocuk Matteo'yla. Gece gözümü hiç açmamışım, oturmaktan da olsa oldukça yorulmuşum ilk gün, Matteo uyandırıyor. Trenden pılıpırtıyı indirip, perondan garın içine doğru ilerliyoruz. Bi kahvaltı edelim diyor ve etrafımıza bakınıyoruz, ufak bir coffee shop gözümüze çarpıyor. "Kahveler benden" diyor bizim Matteo! Çanakkaleliyiz, beleşi severiz. Can damarımdan vuruyor beni, daha da bir gözüme giriyor bizimki! Birer muffin ve filtre kahveyle güne başlıyoruz.

Kendisi Ortadoğu gezisi dönüşünde olduğundan Selanik'te vakit harcamayacağını ve direkt İtalya'ya gideceğini söylüyor. Rotası; otobüs ile Selanik-Igoumenitsa ( Yunanistan'ın Adriyatik kıyısında, Arnavutluk'a çok yakın bir limanı ) , oradan gemi ile Venedik ve ardından tren ile Milano. Igoumenitsa'ya otobüsle gideceğini ve garaja gitmesi gerektiğini söylüyor. "İyi bakalım Matteo ben de nasıl olsa aylakçıyım, bari ben de gelip seni yolcu edeyim" diyorum. İkimiz de bilmiyoruz nerededir bu garaj -Lonely Planet'taki ayrıntılı şehir haritasında dahi yok-, soruyoruz bilgi ofisine, öğreniyoruz ki 'taa anasını dininde' ! Benim backapacki günlüğü 2,5 Euro'dan locker'a atıp düşüyoruz yola. İlk iki üç gün, nakit paramı iyi yönetmek için ne kadar harcağımı not düşüyordum.

Sırtımda küçük çantam; içinde de haritalar, fotoğraf makinesi ve en ucuzundan güneş kremi var. Yol yürü yürü bitmiyor! Neredeyse şehir dışına çıkıyoruz, birkaç kişiye yolu sorduktan sonra garaja ulaşıyoruz. İlk otobüse bileti kestiriyor Matteo. İnsan ilk kez yurtdışına çıkmanın hevesiyle gördüğü herşeyi kendi şehirleriyle kıyaslıyor ister istemez. "Burdaki yazanelerin hiç çığırtkanı yok mu?" diye bakınıyorum etrafa. Yaklaşık 20 dakikalık vakti var otobüsün, kafeye oturuyoruz, Matteo bir döner yiyor. Fakat hiç beğenmemiş, "sen gel Milano'ya, ben sana dönerin kralını yediricem Mustafa'm kralını, hem de Türklerden" diyor. O 20 dakika içinde Matteo'nun adresini ve telefon numarasını alıyor, defterime yeni başlayan dostluğumuz adına bir paragraf yazdırıyorum. Vakit geliyor, otobüs kalkıyor, 9-10 gün sonra tekrar görüşmek üzere el sallıyorum Milanolu dostuma... Artık koskoca Selanik benim!

Haritadaki referans noktam tren garı olduğundan tekrar koyuluyorum yola. Giderken farketmediğimiz küçük bir alışveriş merkezi gözüme çarpıyor, bünye serinlik de istiyor, dalıyorum içeriye. Yine Emre Abi'nin nadide tavsiyelerinden "Yanında her zaman meyve bulundur, enerji verir" gereği, istikameti en alt kattaki Carrefour'a çeviriyorum. İçecek reyonu beni pek şaşırtmıyor ama fiyatlar oldukça fazla şaşırtıcı geliyor! Herşey bizim fiyatların yarısı neredeyse! "Hay senin gözünün yağını yiyeyim be Avrupa!" diyorum. Tabii o reyona girmişken boş çıkmak olmaz, bir agaya danışıyorum hemen içkiler için. Adının nasıl yazıldığını tam hatırlamıyorum , -'Reggina' gibi birşeydi- beyaz şarabımsı birşey öneriyor, alıyorum. Bir de komşunun rakısını deneyelim bakalım diyip ufak da Uzo kapıyorum. Alışveriş merkezinin üst katlarında bir spor mağazası görüyorum, bu sefer istikamet formaların olduğu reyon. Selanik takımı PAOK'un formasını çok beğeniyorum.

Ana yoldan sapmadan gara doğru devam... Gara vardığımda gece trenlerini soruyorum, bir yataklı ve ekstra ücretli tren, bir de 'regular' tren olduğunu söylüyor gişedeki kadın. Sabah Atina'ya kaçta varacağımı hesap edip regular trene yaptırıyorum rezervasyonumu. Ardından telefon kartıyla Kıvanç'ın evi arayıp tren seferleri hakkında bilgi veriyorum. Benimle aynı saatte Atina'ya ulaşmak için, onlara Sirkeci-Pythion-Selanik-Atina hattını hiç mola vermeden 3 trenle aşmak düşüyor. Recep o dakikalarda Sirkeci'den trene binmiş ve yolda, Kıvanç da Uzunköprü'deki son saatlerini geçiriyor.

Rezervasyon işi de tamam, başlıyorum Selanik caddelerini aşındırmaya. Mimarlık okumuyorum ama, yollar ve binalar estetikten oldukça uzak geliyor gözüme, "ulan Avrupa mavrupa ama burda da bi cacık yokmuş be arkadaş!" diyorum bu sefer. Yunan emo gençleri sarmış heryeri, gölgeye oturmuş muhabbet ediyorlar. Doğuya doğru yürürken, yönümü güneye, yani denize çeviriyorum. Ege'yi görmeyeli neredeyse bir sene olmuş. Ben tuzlu suya yaklaştıkça, Selanik sokaklarındaki 'güzel kızlar/bütün kızlar' oranı inanılmaz bir şekilde artıyor! Dibim düşüyor dibim! Böyle bir güzellik, böyle bir zarafet olamaz! İnce bilekli kızlarla dolu bir partideki Güneri Cıvaoğlu gibiyim adeta. "Selanik İzmir'e çok benzer diyorlardı ama İzmir buranın yanında hiç birşeymiş" diyorum. Şimdi deseler; "Mustafa, seni Selanik'e içgüveysi alıcaz, gelir misin?", arkama bakmam giderim!

Aristotelous Meydanı'ndayım. Fotoğraf çekmek için harika bir yer!




Bir önceki caddeden de bir kare görelim:




Hatta yaşlı bir turistten rica ediyorum fotoğramı çekmesi için ve tüm yolculuk boyu vereceğimiz o klasik 'yeni transfer' pozunu veriyorum:




Ege'nin kıyısındayım, tüm sahil boyunca cıvıl cıvıl kafeler, Selanik gençliği keyif çatıyor. Oturup bir frappe içmek, uzaklara dalmak pahalıya patlayabilir. O yüzden sahilde yürümeye başlıyorum. Şehrin sembolü White Tower'a doğru yürüdükçe sahile hayran kalıyorum. White Tower'a vardığımda bayağı bir yol yaptığımı hesaplıyorum haritadan. Gölgeye çömelip frappe değil de su ( nam-ı diğer belediye gazozu ) ile serinleme vaktidir! Lonely Planet'tan White Tower'ın hikâyesini okuyup Bizans müzesini ziyaret etmek için kalkıyorum o rahat çimenlerden.

Bizans Müzesi ve Antik Müze yanyana, ikili bilet kestiriyorum. Şehrin sokakları bakımsız dedim ama müzeleri gerçekten çok iyi durumda! Misafirperverlikleri de müze düzenleri de çok iyi. Truva'ya yakın bir şehirde büyüdüğümden ve çocukluğumdan beri o efsane kentin hikâyelerini dinlediğimden, Antik Yunan konusunda 'bilir kişi' gibi bakıyorum eserlere. İçerisi serin, bünyeye kültür aşılıyorum, daha ne isterim! Büyük İskender İmparatorluğu için Makedonların ve Yunanların yıllardır süregelen bir kavgası vardır, bunu orada da görmek mümkün. "İskender Yunan kütüğüne kayıtlıdır, devletini Makendonya sınırlarında kurmuş olması bizi bağlamaz aga" diyor Sirtakiciler. Bizans İmpatorluğu'nun ana başlıklarıyla tüm ömrünün yazdığı duvarın son satırında '1453' ü görmek ise 'bıyık altından gülmek' denen eyleme itiyor beni.

Müzeden ayrılıyor ve saatin 4'e yaklaştığını farkediyorum. Bir internet cafeye ihtiyacım var. Lonely Planet sağolsun, bana fazla zaman kaybettirmiyor. Acele etmeliyim, oradan da Mustafa Kemal'in evine geçeceğim. Ama sora sora bulmam gerekiyor, haritada yok! İnternet kafede msn'i açtığımdaki kişisel iletim; " komşudayım : ) ". Kafenin sahibi aga geliyor, "5 numara senin doldu, uzatcan mı?" diyor, cevabım "Bana bi milyonluk daha abi" olamıyor tabii.

Selanik Üniversitesi'nin o mükemmel kampüsünün yanından yürüyerek sora sora Mustafa Kemal'in evini arıyorum. Bir saatten fazla zamanımı alıyor bulmak, hatta bir ara bahçesinin arkasından geçmişim ve farketmemişim. Kapıdaki zile basıyorum, 24 saat sonra ilk defa Türkçe konuşuyorum. Zile cevap veren asker, zamanın geçtiğini ve içeriye alamayacağını söylüyor. Bir de fırçayı kayıyor; "Hep geç geliyorsunuz, kapıyı açar mısın diyorsunuz arkadaşım!" diye. Yahu 19 yıllık ömrümün bir günü Selanik'e, Ata'nın evine gelmişim, sen bana neden abuk subuk konuşuyorsun? O ve yanındaki küçük bina Türkiye'nin Selanik Konsolosluğu olduğundan 'mesai saati' kuralı orada da işliyor demekki! Ben de dışarıdan üç beş fotoğraf çekiyorum malesef. Ben deklanşöre basarken, sokakta yürüyen vatandaşların bana baktığını farkediyorum, gururlanıyorum! 'Memleket'in doğduğu yerdeyim, gözlerim yaşarıyor.








3. fotoğraftaki mermer tabloya Türkçe-Yunanca-Fransızca olmak üzere şu cümleler işlenmiş;

" TÜRK MİLLETİNİN BÜYÜK MÜCEDDİDİ VE BALKAN İTTİHADININ MÜZAHİRİ GAZİ MUSTAFA KEMAL BURADA DÜNYAYA GELMİŞTİR. İŞBU LEVHA TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN ONUNCU YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE KONULMUŞTUR. "


Ata'nın evine, Konsolosluğa -memleket toprağına- veda edip, yavaş yavaş gar yolunda başlıyorum yürümeye. Farklı caddelerden dönüyorum bu sefer.

Akşam oluyor... Lockerdan backpackimi alıyorum, karnım acıkmış. Bir ton balığı konserve patlatıyorum gene. "Durmak yok tona devam!" demiştik. Dolduruyorum ekmeğin arasına, o öyle bir tatlı geliyordu Selanik Garı'nın bekleme salonunda.

Saat 22.30'a doğru trenin kalkış vakti yaklaştığından, yükleniyorum ne var ne yok, perona taşıyorum çantalarımı. Fakat ortada tren mren yok! Uyarıyı almışım ama daha Türkiye'deyken. Tren geliyor ama benim vagon yok ortada bu sefer de! Yarım saat kadar bir sürede yeni vagon ekliyorlar trene. Bakalım koltuğu bulabilecek miyiz?

Trene biniyorum, Neil Armstrong'un 1969'un 21 Temmuz'unda Ay yüzeyinde attığı kadar bile adım atamadan bir kız koluma dokunuyor, "gel yanıma" diyor! Buyur burdan yak! Ne iş acaba?! Benim oturacağım yer belli diyorum, ısrar ediyor. Benim koltuğu buluyoruz, o da yanımdaki boş koltuğa oturuyor. Saçlarımı çok beğendiğini söylüyor, tanışıyoruz ardından. Muhabbete başlıyoruz. "Avrupa kızı rahat arkadaş" satırının yanına bir tik geliyor benden. Yola çıkmadan da almışız eşten dostan gazı, yüzümde güller açıyor. Muhabbet sardıkça sarıyor, mp3 player'ından Yunanca şarkılar açıyor. Daha 15 dakika olmamış, elimi de tutuyor! "Bu işte var bir iş, beni katakulliye getirmesin bu kız?" diyorum. O sırada kızın oturduğu koltuğun rezervasyonuna sahip başka bir kız geliyor, o koltukta kendisinin oturması gerektiğini söylüyor. "Sen geç güzelim yerine, senin oturduğun yerin de sahibi gelirse gelir asıl yerine oturursun" diyerek yolluyoruz onu. Bizim kızla muhabbet iyi ama kızın ineceği yere varıyoruz. Meğer ailesi o kasabada yaşıyormuş, kız ise Selanik'te çalışıyormus. İnerken söylüyor bunu. Yani gitsek gitsek sadece yarım saat gidiyoruz yanyana.

Kız iniyor, hop bizim diğer kız damlıyor! Hey gidi Avrupa be, bolluk var bolluk! Bu kızcağız daha bir sıcak, daha bir sevecen çıkıyor. Adı Eirini. Selanik'e erkek arkadaşını görmeye gelmiş, Atina'ya evine dönüyor. Zamanında onun yaptığını ben de İstanbul-Çanakkale hattında yapardım, anlayabiliyorum biraz onu. Konuşuyoruz havadan sudan, muhabbetin konusu Eirini'nin göbeğindeki piercingini bana göstermesine sebep olacak hususlar bile oluyor. O da defterime Yunanca birşeyler karalıyor, ikimizin makineleriyle de hatıra fotoğraflarımızı çekiyoruz.




Selanik-Atina yolundayım. Yanımda hoş sohbet, şirin bir Yunan kızı. Üzerimde sıfır sorumluluk, keyifliyim. Gün içinde aldığım Reggina'yı içiyorum, bünyeyi önceki gece gibi mayıştırıyorum, "Selanik güzeldi, şimdi uyku zamanıdır" diyip koyuyorum kafayı.


İstikamet başkent. Sabah bizim eski dostlarla buluşup, Atina'yı birlikte keşfedeceğiz.

Ardından Adriyatik...

Interrail Anıları, 1.Gün

Interrail sözcüğünü ilk kez 2004 yazında, arkadaşım Çağlar'la Küçukkuyu'dan Assos'a otostop çekerken tesadüfen arabasına bindiğim çizer Yılmaz Aslantürk'ten duymuştum. Avrupalı gençlerin nasıl seyahat ettiğinden, genç yaşımızda gezip görebileceğimiz yerlerden, imkanlardan bahsetmişti. En fazla yarım saatlik bir yolculuktu, çok konuşamamıştık ama ben o eski seyyahın her cümlesini yazmıştım ezbere.

Belki bir gün ben de geçerdim onun gençliğinde geçtiği yollardan...

Sene 2007 olmuştu ve bahar aylarında bizim Recep'le bir heves "biriktirelim parayı yapalım şu Interrail'i bakam" demiştik. O gaz, öyle bir süre idare etmişti bizi. Yaz başı biz 'gider miyiz gidemez miyiz'deyken, Kıvanç'tan da bir "katılırım aga" almıştık. Artık birbirini iyi tanıyan, ayağa top yapan, tek hedefe, 'gideriz'e motive olan bir ekiptik!

Tadına doyum olmayan Vadi Yurtları'nda yaz okulu vol.1 'i de tamamlıyorduk ve artık tüm konsantrasyonumuzu o 22 güne vermiştik. Pasaport-Bilet-Vize sırasıyla halledilecek kağıt üstündeki hazırlıklar bizi biraz bezdirmişti açıkçası. Hatta o yoğun dönemin bir gecesi, sabaha da mat2 finali varken, Recep'i yurdun bahçesinde bira yaparken görmüş ve "naabıyon olum orda?" soruma "ben gitmicem len" cevabını almıştım! En olmayacak zamanda, söylenecek en olmayacak cümleydi. Neyse ki sabaha eski motivasyon yerine gelmişti.

Haberimiz yoktu tabii; o geçici vazgeçme kararının henüz hiç birşey olmadığından ve Interrail sırasında çok kez vazgeçip, tekrar yolumuza koyulacağımızdan.

Bu geziyi şimdiden tek cümleyle özetleyecek olursam; %80'i kötü, %20'si ise çok iyi sürprizlerle doluydu bizim yolculuğumuz diyebilirim.

Biz Recep'le hepsinden ikişer çıktı alınmış vize evraklarımızı İtalya Konsolosluğu'na teslim etmiş ve pasaportları alacağımız günü beklemeye koyulmuştuk. Biletlerin üzerinde 20 Ağustos'ta başlarız yazıyordu ama Gök Mavililer ne derse olacak, vizenin üzerinde hangi tarih yazarsa o gün başlayacaktık. Kıvanç ise Uzunköprülülüğünü, yani Yunan sınırına yakın bir şopar kasabasında büyümüş olmayı avantaja çeviriyor ve tercihini Yunanistan Büyükelçiliği'nden yana kullanıyordu.

Günler geçiyor, 17 Ağustos'taki vize randevusuna 3-4 gün kala, memleketim Çanakkale'ye anneme yolluk poğça yaptırmaya gidiyor ve orada da boş durmuyor, görmek istediğimiz şehirleri araştırmaya devam ediyordum. Hatta Interrail Türkiye mail grubundan tanıdığım Özlem isminde sevdiğim saydığım bir couchsurferdan Lonely Planet-Western Europe kitabını rica ediyordum. Sağolsun kargoyla 2 günde ulaştırıyordu. O günlerde sağda solda seçim afişlerinde "durmak yok yola devam" olarak gördüğümüz ( bu slogan yolculuğa başlamamızla beraber hafif bir değişime uğrayacak ve "durmak yok 'ton'a devam" olacak ) slogana uyuyor ve eski Interrailcilerle temas kuruyordum. Dirsek temasında olduğumuz Elçin Başkan'ı Çanakkale'de kıstırıyor ve kendisini iki kahveye kandırıyordum. Haziran ayında bir Interrail yapıp gelmiş, ciğerlerinde hâlâ Avrupa havası bulunan Elçin'e "anlat ulan anlat" diyordum. Sağolsun varolsun, trenlerde ve şehirlerde dikkat edilecek hususları bir bir sıralıyor, bense Van Gaal hesabı notlarımı alıyordum.

16 Ağustos gecesi, bu kez Maslak'a değil de biraz daha uzaklara gitmek üzere, "kurumadan çabuk yiyin" tembihi alınmış hamur işi nevaleyi de yüklenip, her zamanki tercihim Truva Turizm'le Çanakkale'den ayrılıyordum. 17 Ağustos sabahı Recep'le Taksim'de buluşuyor ve her sayfası gelin arabası gibi gıcır gıcır pasaportumuzu almak üzere İtalyan Konsolosluğunun bayırında aşağı sallanıyorduk. İçeri alınmamız fazla zaman almıyordu.

Recep'e içeride birşey sordular mı bilmiyorum ama görevli pasaportumu bulmaya çalışırken bana Interrail için çok vize başvurusu aldıklarını söylüyordu. Stresli bense, bir an önce, o kadından "iyi yolculuklar" dileğini duymak istiyordum. Bir dakika bile geçmeden duyuyordum da! Benden sonra Recep de bir tur giriyor ve çıktığımızda kapının önünde birbirimize sırıtıyorduk. Boncuk boncuk terlemişiz tabii. Pardon, bu günler sonra yazacağım bir hikâyeydi, karıştı.

Kısacası, girişimiz Parken Stadyumu'na çıkan Hakan Şükür stresinde, çıkışımız ise kupayla fotoğraf çektiren Ergün Penbe rahatlığında oluyordu.

Fakat, gün içinde, başlangıç tarihi olarak 14 Ağustos yazılmış vizemizin tadını çıkaramadan Ankara'daki Kıvanç'tan yolculuğun ilk kötü haberini alıyorduk. 2 gün öncesine kadar komşum dediği Yunanistan'dan ilk kazığını yiyordu kendisi. Bizim biletlerde 20 Ağustos yazarken, onun vizesine 21 Ağustos'ta başlar yazıyordu Sirtakiciler. Yani, bir günümüz güme gidiyordu. Gün içinde, ben, kararımın 20 Ağustos'ta öyle ya da böyle başlamak olduğunu ikisine de bildiriyor, onların mutabakatını beklemeye koyuluyordum. Recep de 20 Ağustos Pazartesi günü kredi kartları işlerini halledeceğinden Kıvanç'la birlikte 21 Ağustos'ta yolculuğa start vereceğini söylüyordu. Yeni bir karar alıyorduk; ben 20 Ağustos sabahı mesai saatiyle beraber Sirkeci'den başlıyor, Yunanistan'da ortalığı bir kolaçan ediyordum. Onlarsa bir gün sonra Uzunköprü'den Bismillah diyip sınırı geçiyor, 22 Ağustos sabahı Atina Garı'nda buluşuyorduk. Hiçbirimizin telefonları yurtdışı kullanımına açık olmayacağından, herhangi bir sorunda bizim Çanakkale'deki evi muhabere merkezi belleyeceğimiz varılan son karar oluyordu. Haberleşme işi de tamamdı! Bu yöntemi sonraları birkaç kez daha kullanacaktık...

O haftasonu heyecanım daha da artıyordu. Yolculuğa yalnız çıkacaktım...

"Ya sıkılırsam?" , "Trende kızlar olur mu, muhabbet çıkar mı?" akıllara gelen ilk sorular oluyordu. Eski Interrailcilerden bizim Çanakkale Fen Lisesi mezunu Emre Abi'yi de haftasonu Profilo'da denk getiriyor, ayrıntılı Interrail tüyolarını da ondan alıyordum. O da sağolsun varolsun, buluşmaya haritasız geldim diye önce beni fırçalıyor, sonra da birkaç şehrin krokisini elle çiziyor ve çok kritik noktalar belirliyordu. Atina Akropolis alanında duş alınacak bahçe fıskıyesi ve Floransa Arno Nehri'nde Ponte Vecchio'nun bir yanındaki köprünün ayaklarında şarap içilebilecek gizli noktalar gibi... "Paris'te metroya binince biletleri kek gibi atmayın hemen, çıkışta da okutuyorsun, sonra yanarsınız Allahıma!" gibi uyarılarını da tek tek not tutturuyordu.

Düşünün! 19 yaşınızdasınız ve 2 dakika içinde işittiğiniz 3 cümlede Atina-Floransa-Paris şehirleri ardarda geliyor. Heyecanlanmamak, sabırsızlanmamak elde mi?

19 Ağustos gecesi geliyor, sabaha 8.30'da tren var, bünyede heyecan var! Ne var ne yok tek tek kontrol ediliyor ve 22 gün boyunca sadece bir kez yapılacak eylem gerçekleştiriliyor; herşey özenle çantaya yerleştiriliyor. Bu özenle çanta yapmaya nazaran sadece 3-4 kez fazladan gerçekleştirilecek eylem de yerine getiriliyor; duş alınıyor.

65 litrelik çanta son bir kez kontrol ediliyor;

Sandalet-ok, deniz şortu-ok, pasaport-bilet ve nakit parayı boyna asmak için askeri malzemeciden alınmış kamuflaj desenli cepken-ok, Tahtakale'den temin edilmiş 50cl'lik termos-ok, ton balıkları ve barbunya pilâki-ok, haritalar ve notlar-ok, 'oralarda taharet musluğu yok, lazım olur' niyetiyle alınmış kalite nivea ıslak mendil-ok.
Uyku tulumu ve mat da poşet yardımıyla çantaya bir güzel bağlanıyor. Poğçalar ise acil durumda kolay ulaşılabilecek bir yerde.

Ayrıca, standart boyutta bir sırt çantasına, üniversitenin ilk aylarında fotoğrafçılık hevesiyle alınmış 84 model Fujica fotoğraf makinesi, 6 adet 36'lık film ve ıvır zıvır da yerleştiriliyor. O güne kadar, o makineyle çekilen fotoğraflar; "Dijital makineyi napıcaz aga, nişan düğün fotoğrafı çekmeye mi gidiyoruz? Bu makine işimizi görür, taş gibi çekiyor baksana" argümanını beyne yerleştirdiğinden, yolculuğa başlarken makineye güven tam!

Ama ilerleyen günlerde, cihazın 2 senedir bitmeyen pilinin kritik anlarda s.o.s. verdiğine şahit olmayacağız demek de değil tabii bu.

O gece, az uykuyla, hayallerle meyallerle sabah yapılıyor.


'İki sene önce bugün'kü gün artık başlıyor...


20 Ağustos 2007

Geceyi geçirdiğimiz, bizim liseden Hasan'ın Zeynep Kâmil'deki evinden, Recep'e 48 saatliğine veda ederek ayrılıyorum. Saat 7 gibi, durakta Kadıköy otobüsünü beklerken, önümde küçük çantam ve sırtımdaki büyük çanta, nam-ı diğer backpack'im ile beni gören insanların hakkımda neler düşündüklerini merak ediyorum. Otobüsle Kadıköy, ordan ver elini Eminönü! Vapurda, depresif liseli genç havasında Boğaz'ı kısık gözlerle izlerken "Allahım bi işe kalkıştık, şu yaşımızda böyle bi maceraya atıldık ama, sen sonumuzu hayır et" diyorum kendi kendime. Eminönü'nde, büyüklerimizin bir numaralı yolculuk kuralı "yol acıktırır" gereği, tedariği sağlam tutmaya karar veriyor ve büfede bir sosisli bir açık ayranla kahvaltımı yaptıktan sonra iki sosisli de paket yaptırıp ufak çantaya zulalıyorum.

Sirkeci Garı'na girerken heyecandan ayaklarım öyle bir titriyor ki anlatamam. Sirkeci-Halkalı banliyösüne insanlar koşuşturuyor, akbil makineleri o hepimizin bildiği senkronda dalidili havalı korna misali ötüyor, benim gözler ise sadece Pythion trenini arıyor. Uzun saçlarımın ve turuncu tsirtümün -backpacki hiç saymıyorum bile- dış görünüşüme kattığı uçarı İzlandalı seyyah genç havasını, en sol perondaki tren şefine "Selamın Aleyküm" çekerek dağıtıyorum. Sanmıyorum; o tipimle İngilizce konuşsam, Çanakkale kütüğüne kayıtlı bir Türk olduğumu anlayacaklarını. Gerçi daha sonraları, kimi şehirlerde pantolon gömlekle gezerken Türklerin gözümün içine baka baka İngilizce konuştuklarını da hep beraber göreceğiz.

Şef trenin Uzunköprü'ye kadar gideceğini, sadece tek vagonun Meriç'i geçeceğini söylüyor ve yurtdışı vagonunu gösteriyor. Atıyorum adımımı vagona, ilk defa bir trene biniyorum! Kompartmanlar boş, Namık Kemal otobüs dinlenme tesisleri tuvaletinde pisuvar seçme taktiğimle ortalardan bir kompartman seçiyor ve çantalarımı bırakıyorum. Saat 8.20, kalkışa 10 dakika var. Emre Abi'den aldığım "Türk ve Yunan trenlerinin ne zaman kalkacağı-varacağı belli olmaz, aman dikkat et koçum" öğüdü gereği kapının sadece iki metre açığında bekliyorum, bugün benden başka Interrail'e başlayan var mı diye bakınıyorum etrafa. Yarım saat sonra Amerikalı, 2 gün sonra Fransız olduklarını öğreneceğim 2 ayrı grup da biniyor benim vagona. O ara farklı bir manzara takılıyor gözüme. Aslında alışığım memleketteki asker uğurlamalarından, ama Sirkeci'de o sahneyi görmek biraz garip geliyor. 2 tane Türk grubu var; kız kıza ve erkek erkeğe. Her ikisi de ikişer kişi, belli ki Interrailciler... Fakat aileleri de orada! Çocuklarına son tavsiyelerini veriyorlar. Hatta iki aile birbirleriyle tanışıp, hemen ardından çocuklarını da birbirlerine emanet ediyor. Bıraksanıza çocuklar kırk yılın başı hakkaten özgür kalacakları bir seyahate çıkıyorlar, sizin orada işiniz ne? Ellemeyin, onlar bakarlar başlarının çaresine! Bu işin tadı orada değil mi zaten?

Size normal gelmiş olabilir yaşanan bu birkaç dakika. Ama ben anaokulun ilk günü bile okulun açılmasına 1,5 saat kala, babam tarafından işe giderken bisan bisikletle bahçe kapısının önüne yalnızcana bırakıldığımdan, ta o günden başımın çaresine bakmaya alışığım.

Saat 8.30... Düdük ötüyor, aylardır beklenen yolculuk artık başlıyor!

İlk 10-15 metre. Yola çıkış anısı olsun diye çantamdan fotoğraf makinemi çıkarıyorum bir telaşla, tren hızlanmadan çektim çektim, yoksa bir daha ne zaman Sirkeci'den kalkış hikâyem olacak!

İyi kötü yakalıyorum ilk kareyi:



Fotoğrafın nasıl çıktığını hemen görememek, dönüşte filmleri yıkattıktan sonra herşeyin belli olacağını düşünmek ayrı bir heyecan veriyor bünyeye. O aralar Türkiye'de çok kişinin bilmediği facebook diye bir sitenin 4 aylık üyesiyim, "dönüşte Interrail albümünün ilk fotoğrafı belli hadi Mustafa" diyorum.

Yan kompartmanlar dolu, ben o öğüt veren aileleri dinlerken birkaç Türk grup daha binmiş vagonun diğer kapısından. Türkçe ve İngilizce cümleler geliyor kulağıma. Birkaç dakikaya kalmaz bizim Amerikalı grup benim cam kenarından Kennedy Caddesi'ni seyrettiğim kompartmanıma teşrif ediyor. O zamana kadar toplasanız 2 saat ancak İngilizce konuşmuşumdur hayatım boyunca. 2002'de lise hazırlıkta ANZAC (Australian and New Zealand Army Corps ) Günü törenleri için Çanakkale'ye gelen turistlere yapışır, pratik yapmak istediğimizi söylerdik ve simple present tense sınırları içerisinde efendi gibi sohbetimizi yapardık. Eh üniversitedeki iki yılda da az biraz konuşmuşuz.

Amerikalıların Amerikalı olduklarını öğrenmeye yettiğini anladığım İngilizce'min verdiği cesaretle diğer zaman kiplerine de Interrail vesilesiyle giriş yapmış oluyorum. Sohbet koyulaşamıyor malesef, benim İngilizce'nin kötülüğünden mi onların soğukluğundan mı bilemiyorum. Birincisi olsa gerek...

O 22 gün boyunca en çok neyle dalga geçtiniz üçünüz diye sorarsanız, cevabım tak diye "benim İngilizce'm" olur. 2 gün sonra Atina'da yavaş yavaş hissetmeye başlayacağım "apış arası pişiğim" ile Roma'daki tekellere "dal sigara sormalarımız" ise ikincilik için kapışır.

Trakya'ya doğru yavaş yavaş açılıyoruz, tren görevlisi kompartmana uğruyor ve Interrail biletinin satın alına ülkede geçerli olmaması sebebiyle 'o zamanın parasıyla' 14 YTL saydığım Sirkeci-Pythion biletini gösteriyorum. Bir ara kalkıyorum diğer kompartmanlara uğramaya, gençlerle tanışmaya. Garda aileleri tarafından uğurlanan Türk kızlar da tedarikliymiş, yaprak sarması ikram ediyorlar. Onların bir yanındaki kompartmanda ise muhabbet gırla gidiyor!

Açmış bizim Fransızlar ( kendileriyle muhabbeti 2 gün sonra Adriyatik'te ilerleteceğiz ve Kıvanç ifadelerini alıverecek ) satrancı; biri fille yardırıyor, biri vezirle açmaz kovalıyor:


Ergene Havzası'nda yol aldıkça, günebakan ve çeltik tarlaları göze çarpıyor. Sık sık eski istasyonlarda duruyor, yolcu alıyor ve bir TCDD treninden daha çok köy arabasına benzemeye başlıyoruz. Meriç'e yaklaştıkça heyecanım yükseliyor, telefonumun ulaşılabilir olduğu son saatlerde eşi dostu arıyorum. Maksat Avrupa yolunda olduğumu herkese duyurmak, bir güzel gazımı yapmak.

Öğleni yapıyoruz, bizim tren şefleriyle "ben de Trakyalıyım aga, Uzunköprü'de Köfteci Niyazi'yi bilir misin?" ayağına muhabbeti koyuyorum. Agalar piknik tüpüyle menemen pişiriyor ve öğünü geçiriyorlar. Bu arada, o dakikalara kadar trenlerde tuvalet olduğunu dahi bilmiyorum. Alaturka tuvaleti görünce "hey gidi! biz hepten cahilmişiz be!" diyorum.

Saat 2.00, Uzunköprü'ye, sınır karakoluna varıyoruz. Çıkış işlemleri için pasaportları teslim ediyor ve beklemeye koyuluyoruz. Diğer backpackerlarla muhabbet hâlâ sınırlı... O ara bakkaldan bozma bir free shop görüyorum, içeride Smirnofflar, Absolutler, karton sigaralar yığılı. N'olur n'olmaz ben zulamı yapayım diyerekten 20 liraya 35cl'lik bir Red Label kapıyorum. Aslında bu da Emre Abi'nin bir tavsiyesiydi. "Yanında mutlaka viski bulundur, yorgun düştükçe iki kapak atarsın, gözlerin açılır" demişti sanırım. Pasaportları alırken 15 liralık yurtdışı çıkış harcını da ödeyerek vagondaki yerlerimizi alıyoruz.

Memlekete 22 günlüğüne el sallıyoruz.

Artık tek vagon devam ediyoruz ve adım adım Meriç'e yaklaşıyoruz. Fotoğraf makinemi elime alıyor, hareketli iken çekeceğimden ayarını yüksek enstanteye getiriyorum. Şef beni uyarıyor; "fotoğraf çekeceksen dikkatli ol görmesin askerler" diyor ve ekliyor; "köprüdeki bayraklara dikkat et, iyi bak!".

Meriç'in beri yakasında çok küçük bir karargâh binası ve Türk askerlerini görüyorum.

Ardından köprüdeyiz, geçiyoruz sonunda bu sınır nehrini...



Avrupa'ya "merhaba!" diyoruz.

Köprünün demirlerinin yarısı Türk, diğer yarısı da Yunan bayraklarına boyalı. Köprünün ardından, 20 saniye önce gördüğümüz manzaranın aynısı var, Yunan askerleri bize bakıyor.

2-3 dakika içinde trenin frenini duyuyorum ve duruyoruz. Gördüğüm ilk manzarayı çekiyorum:



Artık tepemizde Avrupa Birliği bayrağı dalgalanıyor. Yunan Polisi vagonun içine geliyor ve pasportlarımızı topluyor. Sadece Türk vatandaşlarına nereye gittiklerini soruyor. Sıra bana geldiğinde "İtalya'ya" diyorum. Sonra aşağıya inmemize müsade ediyor, ve Avrupa'ya ilk adım!

Yaş 19, iki ayak da Avrupa topraklarına basıyor! Büyük heyecan var.

Emre Abi "bir gara indiğinde ilk olarak bir sonraki durağın için tren seferlerine bak" dediğinden, bilet gişesine gidiyorum hemen. İlk tren seferi hemen bir saat sonra, fakat 6,5 Euro ekstra ücreti olduğundan o trene binip binemmekte kararsız kalıyorum. Bir sonraki tren ise gece 10.30'da. 7-8 saat orada beklemek de var! Uzunköprü'nün hemen karşısında olduğumuzdan telefonum hâlâ çekiyor. Kıvançla konuşuyorum ve bizim Atina'da buluşma olayını kararlaştırıyoruz. Karara göre; gece trenini bekleyeceğim ve sabah Selanik'e indikten sonra şehri gezip yine gece treniyle Atina'ya geçeceğim. Onlar da 3 tren kullanarak, aralıksız 24 saat yolculuk ile 22 Ağustos sabahı Atina'da olacaklar. O ara pasaportlarımızı dağıtıyor Yunan sınır polisi.

Trenden inen diğer Türkler bir saat sonraki trene rezervasyon yaptırıyorlar. Orada birkaçıyla rotaları üzerine sohbet ediyoruz, çoğu Akdeniz ülkelerini gezeceklerini söylüyor. Bizi getiren tren Uzunköprü'ye geri dönüyor, şeflerle vedalaşıyoruz.

O bir saat de geçiyor, benim dışımda kimlerin gece trenine rezervasyon yaptırdığını henüz bilmiyorum. Gara gelen Selanik trenine nerdeyse herkes biniyor. Ben trene el sallarken bana eşlik sadece bir kişi var! Tren hareket ettiğinde, kafamı sağa çeviriyor, elimi uzatıyorum. Tanışıyoruz, adının "Matteo" olduğunu söylüyor. Çantalarımızın yanına, gölgeye dönerken espriyi patlatıyor; "Burada eğlenecek çok şey var!".

Pythion istasyonu öyle bir yer ki; griye boyalı çok eski bir ahşap bina düşünün, etrafta pırnallar ve çalılar. Köpek bağlasan durmaz! Karnım acıkıyor, oradaki çakma bakkaldan bir ekmek alıyorum. Matteo'yla benim ton balıklarından bir tane açıp öğünü geçiriyoruz. Saatler geçtikçe samimiyetimiz artıyor bizim İtalyanla. Bekleme odasında bir dama buluyor, iki oyun çeviriyoruz. Sıcak eleman, maşallahı var. Canımız sıkılıyor, daha çok vaktimiz var diyip ilerideki köye doğru yürümeye başlıyoruz. Çantalar da sırtımızda! Anamız ağlıyor sıcakta. Köye giriyoruz ama yolda insan yok be arkadaş! En fazla 10 dakika iki sokakta yürüyüp gara geri dönüyoruz. Köpekler falan dalaşıyor yolda. Beklentilerimi karşılayamıyor Avrupa topraklarındaki ilk saatlerim.

Zaman geçiyor, hava kararmaya başlıyor. Sivrisinekler de etrafımızda. Garda sadece biz ve onlar var! Rayların üzerine çöküyor, benim viskiyi açıyoruz. O da sağolsun birkaç sarma sigara sarıyor. Muhabbet alıyor başını gidiyor, benim İngilizce de açılıyor. İtalyan futbolu konuşuyoruz. Kendisi Milanolu olduğundan sohbetin ana konusu Milan-Inter derbileri oluyor. Çok ilginç taraftar hikâyeleri anlatıyor bana. "Milano'ya gelirsen misafirim ol, seni San Siro'ya da götürürüm diyor", benim gözler fırlıyor yerinden! Daha o dakikalardan Milano'da görüşmenin sözünü veriyorum Matteo'ya. Fakat, henüz habersizim; benden iki yıl sonra Milano'ya gidecek arkadaşlarımı bile ağırlayacak kadar büyük bir dost kazandığımdan. Trenin gelmesine bir iki saat var, Matteo otların arasında bulduğu hortumla bir duş alıyor...

'Viski-sigara'ya devam ediyoruz. Bünyeleri mayıştırıyor, uykuya hazır hâle getiriyoruz. Tren sonunda geliyor, saat ise 11.

O tren, o gece, Pythion'dan sadece iki yolcu, iki sıkı dost alıyor. İçeride çantalarımızı yerleştirmemiz, koltuklarımıza oturmamız ve uyuyakalmamız en fazla 10 dakikamızı alıyor.

Yorulmuşuz.

Sabaha "İzmir'e çok benzer" dedikleri, Büyük İskender'in imparatorluğunun yeşerdiği, Mustafa Kemal'in doğduğu topraklarda; Selanik'te olacağız...


( Yazılış tarihi: 20.08.2009 )