20 Aralık 2009 Pazar
Interrail Anıları, 4.Gün
23 Ağustos 2007
"Tulumların içinde biz, Adriyatik'in üzerinde o muhteşem yakamoz" derken güneş göstermiş yüzünü. Sabah olmuş, hava aydınlanmış kime ne! Akşama bir yatağımız olacak mı olmayacak mı, henüz bilmiyoruz. Bu yüzden, "uyuyabildiğimiz kadar uyuyalım, denize bakmaya doymuşuz zaten, kalkıp da ne yapıcaz" diyoruz.
İlk uyanan Recep olmuş, ilk işi de bizi fotoğraflamak:
"Topu dikmişsin" derler bizim oralarda benim yatış şeklime. Başımın altında plaj havlusu, uykunun son demleri...
Ekipte, yeni güne gözlerini açan ikinci kişi ben oluyorum. Uyuyan insanı çekmenin ilginçliği nedir bilmiyorum ama benim de ilk işim fotoğraf:
Döndüğümüzde, facebook'ta yaptığım albüme bu fotoğrafı da koymuştum. Liseden arkadaşımız Mahmut, bu kareyi; "niyet fotoğraf sanatı icra etmek değil, sırf saplıktan elalemin aşkına meşkine özenmek" olarak yorumlamıştı. Benim savunmamın üzerine de -kopyala yapıştır ile aktarayım- Kıvanç'ın şu yorumu gelmişti:
"gece yedi tabi pilakiyi ölecene yattı. pilaki uykudan önce bi özkaynak bi kızılay soda ister, yoksa hemen yattımıdı kaldırmazsın topu bi daha dikersin öyle. kıvanc orada tam bir avrupalı gibi aslında orada mahmutum; cevrede, 3 metre ötesinde olan bitene aldırış etmeden uykusunun dadını cıkarıyor"
Hâlâ aynı geyiği çevirirler bir araya geldiğimizde. Devam edelim... Öğlen olduğunda herkes güvertede gerine gerine, esneye esneye dolaşmaya başlıyor. Yine Pythion ekibinden iki Türk kızı görüyorum, "60 Euro verip gemide oda rezervasyonu yaptırdıklarını, fakat 6 kişilik ranzalı odaları gördüklerinde hayal kırıklığına uğradıklarını" söylüyorlar. Recep'le "İyi ki biz niyet etmemişiz odaya modaya, 3x30 Euro cepte kalmış hadi" diyor ve dalgamızı geçiyoruz kızlarla. 4 gün sonra bir trene bindiğimizde, 3x50 Euro'nun "Allah'ın sopası yoktur" lafını ispatlarcasına 30 sn içinde şık diye cebimizden çıkacağını ise henüz bilmiyoruz. Zaten bilsek, hiç inmeden aynı gemiyle Yunanistan'a geri döner, 22 günün 22'sini de orada geçirirdik. Öylesine koymuştu bize o ceza!
Sonunda bizim Kıvanç da uyanuyor. Birer konserve patlatıyoruz kahvaltı niyetine, yanında ise Atina'dan bizimkilerin karşı çıkışına rağmen "nasıl bişeymiş acaba?" diye aldığım Armut suyu. Alışık olmadığımız bir tat çıkıyor ve konservelere katıksız devam ediyoruz. "Biz sana demiştik, alaydın adam gibi bi vişne şeftali" eleştirileri üzerimde...
Geminin akşam 6 gibi Ancona'da olacağını hesapladığımız ve bir an önce varmak isteğimiz için, o günün öğleden sonrası bir türlü geçmek bilmiyor. Satrancın rövanşı oynanıyor, ekipteki herkes aylaklıktan "kendi kafası+güverte" fotoğrafları çekiyor. Onlardan biri:
17-18 saattir aynı ortamda bulunan bizlerin canı sıkılıyor da sıkılıyor. Sağımız solumuz uçsuz bucaksız deniz, bakın bakın nereye kadar! Etrafta hiçbir kara parçası görmüyoruz ama bir ara "Hırvatistan ne tarafta kaldı la?" diye tartıştığımız bile oluyor. Can sıkıntımız arttıkça içtiğimiz sigaraların izmaritlerini baş parmak ile orta parmak arasına sıkıştırıp, "camdan kim daha uzağa atacak" amacıyla yarışıyoruz. Güzelim denizi kirletiyor olmamızı hiçe sayıp "Adriyatik'e bu hareketle sigara atmadık demeyiz olum" diyerek kendimizi avutuyoruz.
4 gündür üstümüzde terleyen ve çantalarda kokuşan eşyaları cam kenarındaki demire diziyoruz. Sigara fırtlatma yarışının üstüne, "donu atleti serme" hareketiyle de bulunduğumuz alanı adeta bir köy arabasına çevirmiş oluyoruz böylece:
Zaman o sıkıntıydı bu geyikti derken geçiyor. Artık, Gök Mavililerin ülkesi ufukta gözüküyor! Mavi-beyaz inmiş, geminin direğine yeşil-beyaz-kırmızı bayrak çekilmiş. Heyecanlanıyoruz, Ancona'yı uzaktan seçmeye çalışıyoruz. Anons yapılıyor "bir saate Ancona'dayız, ona göre pılı pırtıyı toplayın" diye. Daha da heyecanlanıyoruz! "İtalya'ya ilk hangimiz ayak basacak?" yeni yarışmamızın adı oluyor.
Saat 6 oldu sayılır, Ancona Limanı gözle görülür hale geliyor önce. Sonra ise limana bakan yamaçtaki evler. Emre Abi "sanki sövalyeler kılıçlarını çekip karşınıza çıkacak gibi hissedeceksiniz o manzarayı görünce" demişti, kendisini bir kez daha teyit ediyoruz. Fakat hava bir hayli kapalı, "İtalya bizi yağmurla mı karşılayacak?" sorusu tüm backpackerların ağzında. Yine de mutluyuz, çünkü 'seyahatteki ikinci ülke'ye başlıyoruz!
Kahverenginin her tonundan o evler, tipik İtalyan panjurlu pencereler ve gün içinde yağmış yağmurun kokusu. Yine yağsan ne farkeder be gökyüzü, bizim yüzümüz gülüyor!
Klasik 'topçu' pozlarımızdan biriyle gelsin bu mutluluğumuzun ifadesi:
Tüm gemide fotoğraf telaşı, Bizim Fırat-Gizem çiftinden de bir "Ancona hatırası" :
Çantalar toplanıyor, birşeylerin unutulup unutulmadığı kontrol ediliyor. Sırtlanıyoruz yükümüzü, çıkışa doğru kalabalığın peşine takılıyoruz. Biz tırrım tırrım en alt kata inene kadar, Ancona "hoşgeldiniz beyler" dercesine sağanak yağmuruna başlıyor. Bizim dışımızda diğer backpackerların da Ancona Tren Garı'nın nerede olduğu ve tren saatleri hakkında en ufak bir fikri yok, biraz beklemeye karar veriyoruz. Sanki Anfield Road tünelindeyiz de birazdan Şampiyonlar Ligi şarkısı eşliğinde sahaya adımımızı atacağız. En azından benim heyecanım bu kadar yüksek! Bir iki kare alayım İtalya'nın bizi bu nazik karşılayışının hatrına diyorum:
Ekip de bendeki bu heyecanı görmüş olacak, "sen git sor bakam şurdan bi agaya, gar yürüyerek ne kadar çekiyomuş burdan" diyor bizimkiler. Fırlıyorum yağmurun ortasına! Bu sırada İtalya'ya ilk ayak basan da ben oluyorum. Bu rekabet daha sonra diğer ülkelere de taşınacak. Limana park etmiş bir arabaya yöneliyorum. Ya adam anlatamıyor ya da ben anlayamıyorum, haybeye bir konuşma geçiyor aramızda. O arabanın içinden konuşurken yağmuru yiyen ben oluyorum. En azından hangi yöne doğru yürüyeceğimizi öğrenip dönüyorum geriye. Şansımıza bir iki dakika içinde yağmurun şiddeti azalıyor ve başlıyoruz sandaletlerle şıpıdık şıpıdık yürümeye.
Yürüdüğümüz istikamette gördüğümüz her "stazione" yazılı tabela "yürüyün gençler doğru yoldayız" diye birbirimizi motive etmemizi sağlıyor. Tabii yol üzerinde İtalya'nın ilk fotoğraflarını çekmeyi de ihmal etmiyoruz. Herkes makinesini diğerine veriyor ve "çek bakam şu sokaklarda beni" ricasında bulunuyor:
Recep bir restaurantın önünü tercih ediyor:
Ekip kalabalık, yürürken de fotoğrafı eksik etmek yok:
Bir köprünün altından geçerken Ancona Ultras'ının spreyle yazdıklarına takılıyor gözümüz. Ultras'a yakışır güzel motifler işlemiş agalar. Ultras'ın genel bir isim olduğunu ve İtalya'nın birkaç tanesi hariç tüm kulüplerinin, Avrupa'nın ve Güney Amerika'nın birçok kulübünün endüstriyel futbola karşı duran taraftar gruplarının bu ismi kullandıklarını hatırlatalım.
Yaklaşık 20 dakika yürüdükten sonra gara varıyoruz. Orada farkediyoruz, başka bir saat dilimine geçtiğimizi ve saatlerimizi birer saat geri almayı unuttuğumuzu. Herkesin istikameti Roma, tren saatlerine bakıyoruz; 18.56'da Roma Termini'ye tren var. Bir saat kadar bekleyeceğiz. Fırsat bu fırsat, tüm ekip çantaları bana emanet edip bir market bulmaya çıkıyor. Bana da yere çömüp etrafa bakınmak kalıyor.
Yarım saat kadar bekliyorum, canım sıkılıyor. Bir telefon kartı alıp evi arıyorum, "İtalya'dayız" haberini veriyorum. O ara ekip geri dönüyor yeni konservelerle. Ardından perona geçiyoruz:
Tren geliyor... İstikamet başkent! Bir vagona yerleşiyoruz hepimiz. Biletlerimiz kontrol edildikten sonra kimimiz uyuyor kimimiz ise etrafı seyrediyor. İtalya'yı doğudan batıya keseceğiz ve yaklaşık 4 saat sürecek çizmedeki bu ilk tren seferimiz.
Yol acıktırıyor ve Kıvanç'ın Türkiye'den kalan son korservesi "yaprak sarma"sını zorla da olsa açtırıyoruz. Karnımız tok, yolumuz uzun... Trenimiz küçük kasabalardan, yemyeşil vadilerden ve uzun tünellerden geçiyor. Bir ara hareket halindeki trenin camından kafamı çıkartıp bir kare yakalıyorum:
Uyuyorum... Roma Termini Garı'na vardığımızda bizimkiler uyandırıyor, ne kadar büyük bir tren garına geldiğimizi henüz farketmiyorum. Pılı pırtıyı toplayıp iniyoruz. İndiğimizde görüyoruz ki istasyon tam 24 perondan oluşuyor. Saat neredeyse 12 olduğu için gardaki tüm mağazalar kapalı, artık günün son trenleri geliyor Roma'ya. Ekiple nerede uyuyabileceğimizi ayaküstü konuşuyoruz. Kararımız; "başımızı yastığa koyabilmek", yani bir hostel bulmak.
Lonely Planet'taki tavsiyeli hostellerden, içinde kendine özel diskosu dolayısıyla bizi cezbeden gençlik hosteli Yellow Hostel'i bir görelim diyoruz. The Yellow'u buluyoruz bulmasına da, resepsiyondaki junior Del Piero adam başı 35 Euro çekiyor. Biz "yok" diyip çıkarken, Fırat'la Gizem orada kalıyor. Vedalaşmaya gerek yok, rotamız birbirine çok benzediğinden nasıl olsa yine biryerlerde 3. kez denk geleceğiz. Emre Abi'nin kroki ile çizerek anlattığı hosteli bulmak o saatte zor olacağından, Termini'nin hemen yan caddesi olan ve üzerinde bir çok hostel bulunan Via Marsala'ya yöneliyoruz. 4 kişiyiz; 3 biz ve bir de "May I watch" diye bizimle tanışan Oğuzhan...
Caddeye çıkar çıkmaz ilk otelin önünde bekleyen adam, turist olduğumuzu gözlerimizden ve çantalarımızdan anlıyor. Adam otelin resepsiyon görevlisi çıkıyor ve bize kalacak yerimiz olup olmadığını soruyor. Ardından, amacı bize oda satmak. "Sen önce fiyattan haber et aga" diyoruz, kişi başı 25 Euro çekiyor. Yola çıkmadan önce Avrupa hostellerinin gecelik fiyatlarının 15-20 arası kısmını kendimize uygun gördüğümüzden, "yok olmaz, çok dedin, in biraz" diye başlıyoruz pazarlığa. Gerçi, adamınki bildiğin iki yıldızlı otel, niye indirsin ki! Bu arada, otelin adını bile hatırlıyorum; Hotel Stromboli. Kendisi bir Akdenizli olduğundan olsa gerek insaflı çıkıyor ve kişi başı 20 Euro'ya anlaşıyoruz. O saatte 2 Euro daha ucuzunu aramaya hiç gerek yok, geceyi hele bir atlatalım, sabaha bakarız çaresine.
Pasaportlarımız veriyor ve girişimizi yaptırıyoruz. Ben Oğuzhan'la iki tek kişilik yataklı oda alıyorum, Kıvanç da Recep'le. Hiç muhabbete dalmadan herkes yatağına geçiyor.
Sabah işimiz çok; önce yatacak başka bir yer bulacağız, ardından şehri gezmeye başlayacağız. Bu büyüleyici şehre 3 gün ayırmayı düşünüyoruz. İlk günümüzde, şehri ortadan ikiye bölen Tiber Nehri'nin doğusu... Adım adım gezeceğiz, hatıraları biriktirmeye devam edeceğiz.
Başımız ilk kez yastıkta, uyku zamanıdır...
Interrail Anıları, 3.Gün
22 Ağustos 2007
Atina'dayız, uyandıran Eirini... Trenden inerken "Acaba bizimkilerin tren gelmiş midir?" sorusu kafamda. Çantaları yükleniyorum ve Eirini ile başlıyoruz peronda ilerlemeye. Sabahın erken saati, biraz kalabalık var. Gözlerimi tam açamamışım, her ne kadar iki gecedir düz bir zeminde uyuyamamış olsam da trenin koltuk tatlı gelmiş. İlerleyen günlerde, yatak değil sadece bir düzlük bizi tatmin edecek.
Ben ağır vasıta misali sağdan sağdan yavaştan yürürken, arkadan biri çaaat diye sol göt cebime vuruyor! Şakanın seviyesi oldukça tanıdık, tam 6 senedir kalabalıkta "aha cüzdan gitti" hissini vermek için birbirimize yaptığımız oldukça seviyesiz bir şaka. Yüzümü çeviriyorum; bizim 'bitirim' ikili karşımda! Kıvanç Ankara sıcağını hafif yemiş, bronz teni 'biraz daha bronz'a çalıyor, Recep ise 2 gün önce bıraktığım Recep.
Eirini'yle vedalaşıyoruz, partner olarak güzelim Yunan kızından iki sapa geçiş yapmak vedanın hüznüne hüzün katıyor. Kızcağız kalabalıkta kaybolur kaybolmaz, Kıvanç yol boyu eksik etmeyeceği o güzel mizahına dakika 1 gol 1 diyerek başlıyor:
"Nerden buldun lan bu Yunan çingenesini?!"
Uzunköprü'de çingenenin içinde büyümüş bir adamdan duyduğum şu lafa bir bakın hele! "Sen nesin lan dalya...k?" gibisinden ağır bir cevap veriyorum ona. Güzelcene, hoş sohbet bir kızcağız alt tarafı. Bu tarz yaklaşımlara ne gerek var? Ama Kıvanç'ın bu lafı, birbirimize sarılma-hâl hatır sorma faslında bizi bayağı bir güldürüyor.
Bu gariban ikili 24 saat aralıksız yoldan -o günün akşamı 22 saatlik gemi yolculuğuna başlayacaklarından henüz habersizler- gelmiş, olabildiğine yol yorgunu, karınları acıkmış. Tek çantalık lockera üç çanta sıkıştırıp, Patra trenlerinin de saatini öğrendikten sonra gardan çıkıyoruz ve kendimizi Atina sokaklarına bırakıyoruz.
Karşımızda orjinal birşeyler çıkacak diye beklerken, tak diye seyyar bir simit tezgâhı görüyoruz. Onlarda 24, bende 48 saatlik memleket özlemi, alıyoruz hemen birer tane 'taze sıcak simit'. Onların simit porsiyonu bizimkine göre biraz daha büyük sanki, suyla götürünce mideyi şişiriyor. Zaten tüm yolculukta, her yemek faslında amaç sadece 'şişmek' olacak. Şişmek için üç yudum lokmayla kola içilecek, Roma'nın sebil çeşmelerine abanılacak.
Lonely Planet'ın ayrıntılı haritası benim elimde, "nereye gidelim?" diyoruz, aklımıza Akropolis'ten başka biryer gelmiyor. Şimdiki aklım olsa ilk olarak Panathinaiko Stadyumu'na giderim. 1896'da ilk modern yaz olimpiyat oyunlarının düzenlendiği stadyum...
Haritaya göre Akropolis'e giriş şehrin en eski semti Plaka'dan olduğunda, istikameti Plaka'ya çeviriyoruz. Akropolis şehrin neredeyse her yerinden görünüyor, böylece Atina ara sokaklarından Plaka'ya ulaşmak çok da zor olmuyor. Akropolis, yaklaştıkça heyecanlandırıyor:
Hemen Akropolis'in de içinde bulunduğu antik alanın girişindeki bilet ofisine yöneliyoruz. Biletler çoğu müzede olduğu gibi öğrenci ve tam olarak ayrılmış, fakat bizde uluslararası öğrenci kartı yok! Tam fiyat vermeye niyetimiz de pek yok, küçük bir katakulliyle 3 öğrenci bileti kestiriyoruz. Yukarıya çıkmadan önce aşağıdaki müzeyi geziyor ve yola devam ediyoruz. Yine Emre Abi, yine çok kritik bir nokta! Bana google earth'ten bile kolayca bulabileceğim kadar iyi çizmişti o fıskıyenin yerini, "Git bi duşunu al, serinle, öyle çık Akropolis'e" demişti. Aynen öyle yapıyorum. Ben kendimi Atina Büyükşehir Belediyesi'nin serin sularına bırakırken Kıvanç'ın eli ise objektifte! Recep de kıkır kıkır gülmekle meşgul sanırım o saniyelerde.
Tsirtü de çıkarıyorum, alandaki tüm turislerin gözleri 'koca yaz deniz suyu görmemiş, İTÜ havuzunda 1 liralık seanslarda birkaç kez yüzülebilir suya temas etmiş' appacık vücudumun üzerinde! Saçlarsa Tuncay Şanlı'yı andırıyor.
Akropolis'e çıkıyoruz, rakım yükseldikçe Atina'nın o meşhur beyaz evlerini seyrediyoruz. "Adamlar güzel şehir yapmışlar aga" diye hayranlığını dışa vuruyor Kıvanç. Akropolis'in ön tarafındaki kontrol noktasından üst çıplak geçen ben, görevli bayan tarafından sert bir şekilde uyarılıyorum: "Put on your shirt please!!". Sanarsın Mekke sınırlarına giriyoruz, alt tarafı Akropolis! Avrupalıyım diye geziyorsun ama benim üstüme başıma laf ediyorsun! Şaka bir yana doğru bir uyarıydı sanırım o. Bizimkilere Eirini'nin esmer teninden sonra ikinci geyik kozunu vermesi de cabası.
Akropolis'te yarım saat kadar vakit geçiriyor, Atina'yı 360 derece seyrediyoruz. Oldukça kalabalık, herkesin elinde fotoğraf makinesi. Biz de üç beş fotoğraf çekinip yollanıyoruz Akropolis bayırından aşağı.
Plaka'nın ara sokaklarındayız, hediyelik eşyacılara göz atıyoruz. Recep gittiğimiz her yerden rozet alıcam demiş kendine, ama daha ilk günden eurocuklara kıyamıyor ve vazgeçiyor. Olympiakos'un taraftar mağazasına dalıyoruz bir ara, o güzelim ürünlere de bakmakla yetiniyoruz. Yol bilmeden iz bilmeden Plaka'yı da bitiriyoruz. Patra trenlerinin saat başı olduğu aklımıza geliyor. "Atina bu kadar yeter, yatıya kalmayalım biz hacı" diyoruz ve aceleyle bir market aramaya başlıyoruz. Birkaç meyve ve ekmek yüklendikten sonra istikametimiz gar! Yolda 34 plaka bir motorsiklet görüyor ve İstanbul'da 17 plaka görmüş gibi heyecanlanıyoruz.
Metroyla gidiyoruz gara. Atina metrosu oldukça yeni ve temiz görünüyor. Ayrıca turnike diye bir oluşuma da gerek duymamış agalar, sensörlü küçük kapılardan geçiyoruz. Vardığımızda acele etmekten biraz terlemişiz. Neyse ki yakalıyoruz treni, çantaları lockerdan alıp trendeki yerlerimizi alıyoruz. Adamlar bizi 4 saat yol götürecek trene Ç1 ( Çanakkale'de bir tür belediye otobüsü ) koltuğu koymuşlar, bizim çömlekler zor sığıyor o koltuklara.
Yarın günlük turun ardında başkente veda ediyoruz. Bir Yunanistan öğleden sonrası bakına bakına ilerliyoruz. Korinth kanalına yaklaşıyoruz, kafamı cama yaslıyorum 1 saniyecik bile olsa göreyim diye. Zamanında az fotoğraflarına bakmadım Mora ile Yunanistan ana karasını ayıran bu kanalın. Ben farkedemeden geçmişiz kanalın üzerindeki köprüden, ruhum duymamış! Bir sonraki kasabanın durağında farkediyorum bunu. Yol mayıştırıyor bizimkileri, Kıvanç uyku için optimum pozisyonu arıyor:
Mora'nın kuzey kızıları ise aynı bizim Küçukkuyu-Altınoluk-Akçay hattı. Heryerde moteller ve kamp alanları, emekliler denize giriyor. Bu küçük kasabaları seyrede seyrede ilerliyoruz Patra'ya doğru. Bu liman şehrine yaklaştığımızı Rio-Antirrio Köprüsü'nü gördüğümüzde anlıyoruz. Elim deklanşörde, sazlıkların arasından bir fotoğraf yakalayabilir miyim diyorum. Denk geliyor bir tane:
Köprü Korinth Körfezi'nin tam girişinde. 2004 Atina Olimpiyat Oyunları'nın başlamasına bir hafta kala açılmış. 10 dakika içinde varıyoruz Patra'ya. İstikamet hemen gemi şirketlerinin ofisleri. Birbiriyle ortak çalışan iki farklı şirket var, ikisinde de Bari'ye bilet yok! İkinci seçenek Ancona'ya gitmeye karar kılıyoruz. Superfast Ferries'ten, Ancona'ya kelle başı 30'ar Euro ödeyerek 'güvertede uyumak' üzere biletlerimizi alıyoruz.
Gemi de gemi hani! Yürüyen merdivenler, asansör derken çıkıyoruz güverteye ve piknik masası gibisinden bir masayı kapatıyoruz hemen. Yemeğimizi orada yiyecek, muhabbetimiz orada edecek, gece de orada uyuyacağız. Tünüyoruz kısaca!
Masaya yerleşir yerleşmez, ilk işim çantadan havluyu çıkarmak oluyor. 3 gündür sıcakta o kadar yol tepen nacizane bedenimin 'apış arası' diye tabir edilen bölümü 'mexican hot' derecesinde yanıyor. Duştan çıkıyorum, bizimkilerde pis bir gülümseme! Yatılı okulların vazgeçilmezi 'duş bahane' esprisi mi gelecek diye düşünerek "Hayırdır?" diyorum, "senin hemen arkandan bi tane de zenci girdi duşa, ne iş la?" sorusu geliyor soruma karşılık. Çok daha ağırmış meğer o pis sırıtışların ardındaki sebep! Yan duşa giren zencinin de benim de günahımı alıyor çakallar. Irkçılık da "+1" yazıyor günah hanelerine...
"Arka tarafa gidelim kalkışı izleyelim" diyorlar, Tuncay Şanlı'dan bir Puyol bir Coloccini modeline dönen saçlarımı da savurarak eşlik ediyorum bizimkilere. Gemi kalkerken "kalbim Adriyatik'te kaldı" şiirimizin ilk mısrası oluveriyor. O eşine az rastlanır gün batımına bir saatten az zaman var! Herkes güvertenin kıç kısmındaki çay bahçesine benzeyen alanda. Eller sallanıyor limana; sanki tarih 10 Nisan 1912 ve ben Southampton Limanı'ndayım.
Gemimiz aheste aheste Mora'dan uzaklaşırken birer sandalye çekiyor ve Kıvanç'ın Davidoff paketin jelatini açaraktan sömürmeye başlıyoruz. Bu arada benim çantada Pall Mall var. İki paketi de Patra'daki marketten almışız, ama öncelikli tercihimiz "kalite". Davidoff'tan çektikçe Kıvanç bizim Recep'le ortak aldığımız turuncu Pall Mall'a sallıyor da sallıyor. Neymiş? Üç kuruşa daha kıyıp adam gibi bir sigara almamışız da gidip Amerikan köylülerinin sefil sigarasını almışız! Sene 2009, hâlâ iddia eder "O Pall Mall paket bitmeden döndü Türkiye'ye, hep benden otlandınız" diye.
Biraz fotoğraf çekinek diyoruz ve bir "Çanakkale-Eceabat vapurundaki ortaokullu gezi grupları" klasiği geliyor bizimkilerin aklına; "Titanik yap Mustafa!". Ayağa kalkmaya, şova lüzum yok, oturduğum yerden:
Ama bu manzara da kaçmaz hani! Güneş batarken, takımın yeni transferinin basın toplantısı misali deklanşörler şakır şakır!
Keyfe biraz ara verip, içeriye, masamıza geçiyoruz. Benim Pythion'da uğurladım Türk gruptan iki tanıdık yüz var iki masa ötede; Fırat ile Gizem. Sağolsunlar, biz gariban seyyahlara meyve ikram ediyorlar. Bu arada, 'gariban seyyahlar'da meyveye kısıtlı bütçe var ama çantada da paraya kıyıp alınmış kuzu gibi Smirnoff North yatıyor, o gece içilmeyi bekliyor. Onlarla bizim ekibi tanıştırdıktan sonra İtalya rotamız üzerine konuşuyoruz Kıvanç ve Recep'le. Rota; Ancona-Roma-Floransa olacak gibi görünüyor şimdilik.
Artık gece bastırıyor... Midelerde guruldama sesleri. Neyse ki karnımız acıktığında barbunya pilâki imdadımıza yetişiyor. Ban ekmeği! Bu leziz yemeğin üstüne yine Davidoff yakışır, 3 daha gitti, kaldı 14 dal! O sırada yine Pythion ekibinden iki Fransız elemanla selamlaşıyorum. Masamıza davet ediyoruz ve "turist çoktur, kızlarla tanışırız kesin" ümidiyle bindiğimiz gemide 3'ten 5 sapa yükseliyor grubumuz. İstanbul'dan Pythion'a doğru yol alırken trende satranç oynayan çocuklar bunlar. Bizim "Çanakkale birincisi olup okul bütçesinin yetersizliği nedeniyle Ankara'daki finallere gidemeyen" eski şampiyon Kıvanç, Fransız dostumuzu oyuna davet ediyor.
Tam tabiriyle; çok fena tokatlıyor Kıvanç junior Lizarazu'yu!
Fotoğraf için kasedi 10 saat kadar ileri saralım; sabah kalktığımızda oynanan ve yine Kıvanç'ın zaferiyle sona eren rövanş mücadelesinden bir kare görelim:
Fotoğrafa dikkatli bakacak olursanız, pratik zekalı temsilcimizin kül tablası olarak kullandığı cismi farkedeceksiniz. E bu kıvrak zeka rakip mi tanır?! Bizimkiler oyuna devam ederken, uzun saçlı bir eleman yaklaşıyor ve "May I watch?" diyor. Buyur ediyoruz masamıza, "nerelisin?" diye sormamız yeni bir sürprizi de beraberinde getiriyor, kızan Türk çıkıyor. Zaten erkek, ettik 6 sap!
Oyun bitip saat gece yarısını geçtikten sonra Recep'le arka tarafa gidip birkaç shot Smirnoff'la içimizi ısıtıyoruz. Ardından Kıvanç'ı da alıp alt kata, restaurant ve barın olduğu bölüme bir göz atalım oluyor kararımız. İniyoruz bakına bakına... Ama ne görelim!! Gençlik vardır diye indiğimiz, disko dedikleri yer midemizi kaldırıyor! Namussuzum bizim Altınoluk'un diskoları Reina kalır oranın yanında! 60+ yaş ortalamasına sahip enerjik bir grup, cesurca figürlerini sergiliyor. Girişimiz ve çıkışımız 5 sn!.. Kumarhane bölümüne bir göz atıyoruz. Herkes laçka, sıfır gerilim. Biz otursak eşli pişti oynasak iki el, daha ciddi oyun döner o masada! Geminin restaurant menüsüne bakarak yetinip, son durağımıza, yani gemi şirketinin ürünlerinin satıldığı markete giriyoruz. Çok pahalı, yine hiçbir şey alamıyoruz. Orada gördüğüm; üzerinde geminin çizimi olan ve "I was on board" yazan tsirt içimde kalmıştır, eğer bir daha geçersem o denizi, mutlaka alacağım!
Alt kattaki turu sona erdirirken yorgunluk çöküyor üçümüze de. Yukarıya çıkıp alanımızı parselliyoruz ve seriyoruz tulumları! Yatak yok ama en azından düz bir zeminimiz var. Tren koltuklarındaki uykuların ardından ona bile hasretiz!
Uyku vaktidir... Sabah, Adriyatik'te süzülen o güzelim gemiyi 'köy arabası'na çevireceğiz. Akşama bir orta çağ kenti görünümüyle bizi karşılayacak olan Ancona'ya varacağız, gece yarısı ise başımızı 'yastığa' Roma'da koyacağız.
Interrail Anıları, 2.Gün
21 Ağustos 2007
Sabah 8 gibi Selanik Garı'na varıyoruz bizim kral çocuk Matteo'yla. Gece gözümü hiç açmamışım, oturmaktan da olsa oldukça yorulmuşum ilk gün, Matteo uyandırıyor. Trenden pılıpırtıyı indirip, perondan garın içine doğru ilerliyoruz. Bi kahvaltı edelim diyor ve etrafımıza bakınıyoruz, ufak bir coffee shop gözümüze çarpıyor. "Kahveler benden" diyor bizim Matteo! Çanakkaleliyiz, beleşi severiz. Can damarımdan vuruyor beni, daha da bir gözüme giriyor bizimki! Birer muffin ve filtre kahveyle güne başlıyoruz.
Kendisi Ortadoğu gezisi dönüşünde olduğundan Selanik'te vakit harcamayacağını ve direkt İtalya'ya gideceğini söylüyor. Rotası; otobüs ile Selanik-Igoumenitsa ( Yunanistan'ın Adriyatik kıyısında, Arnavutluk'a çok yakın bir limanı ) , oradan gemi ile Venedik ve ardından tren ile Milano. Igoumenitsa'ya otobüsle gideceğini ve garaja gitmesi gerektiğini söylüyor. "İyi bakalım Matteo ben de nasıl olsa aylakçıyım, bari ben de gelip seni yolcu edeyim" diyorum. İkimiz de bilmiyoruz nerededir bu garaj -Lonely Planet'taki ayrıntılı şehir haritasında dahi yok-, soruyoruz bilgi ofisine, öğreniyoruz ki 'taa anasını dininde' ! Benim backapacki günlüğü 2,5 Euro'dan locker'a atıp düşüyoruz yola. İlk iki üç gün, nakit paramı iyi yönetmek için ne kadar harcağımı not düşüyordum.
Sırtımda küçük çantam; içinde de haritalar, fotoğraf makinesi ve en ucuzundan güneş kremi var. Yol yürü yürü bitmiyor! Neredeyse şehir dışına çıkıyoruz, birkaç kişiye yolu sorduktan sonra garaja ulaşıyoruz. İlk otobüse bileti kestiriyor Matteo. İnsan ilk kez yurtdışına çıkmanın hevesiyle gördüğü herşeyi kendi şehirleriyle kıyaslıyor ister istemez. "Burdaki yazanelerin hiç çığırtkanı yok mu?" diye bakınıyorum etrafa. Yaklaşık 20 dakikalık vakti var otobüsün, kafeye oturuyoruz, Matteo bir döner yiyor. Fakat hiç beğenmemiş, "sen gel Milano'ya, ben sana dönerin kralını yediricem Mustafa'm kralını, hem de Türklerden" diyor. O 20 dakika içinde Matteo'nun adresini ve telefon numarasını alıyor, defterime yeni başlayan dostluğumuz adına bir paragraf yazdırıyorum. Vakit geliyor, otobüs kalkıyor, 9-10 gün sonra tekrar görüşmek üzere el sallıyorum Milanolu dostuma... Artık koskoca Selanik benim!
Haritadaki referans noktam tren garı olduğundan tekrar koyuluyorum yola. Giderken farketmediğimiz küçük bir alışveriş merkezi gözüme çarpıyor, bünye serinlik de istiyor, dalıyorum içeriye. Yine Emre Abi'nin nadide tavsiyelerinden "Yanında her zaman meyve bulundur, enerji verir" gereği, istikameti en alt kattaki Carrefour'a çeviriyorum. İçecek reyonu beni pek şaşırtmıyor ama fiyatlar oldukça fazla şaşırtıcı geliyor! Herşey bizim fiyatların yarısı neredeyse! "Hay senin gözünün yağını yiyeyim be Avrupa!" diyorum. Tabii o reyona girmişken boş çıkmak olmaz, bir agaya danışıyorum hemen içkiler için. Adının nasıl yazıldığını tam hatırlamıyorum , -'Reggina' gibi birşeydi- beyaz şarabımsı birşey öneriyor, alıyorum. Bir de komşunun rakısını deneyelim bakalım diyip ufak da Uzo kapıyorum. Alışveriş merkezinin üst katlarında bir spor mağazası görüyorum, bu sefer istikamet formaların olduğu reyon. Selanik takımı PAOK'un formasını çok beğeniyorum.
Ana yoldan sapmadan gara doğru devam... Gara vardığımda gece trenlerini soruyorum, bir yataklı ve ekstra ücretli tren, bir de 'regular' tren olduğunu söylüyor gişedeki kadın. Sabah Atina'ya kaçta varacağımı hesap edip regular trene yaptırıyorum rezervasyonumu. Ardından telefon kartıyla Kıvanç'ın evi arayıp tren seferleri hakkında bilgi veriyorum. Benimle aynı saatte Atina'ya ulaşmak için, onlara Sirkeci-Pythion-Selanik-Atina hattını hiç mola vermeden 3 trenle aşmak düşüyor. Recep o dakikalarda Sirkeci'den trene binmiş ve yolda, Kıvanç da Uzunköprü'deki son saatlerini geçiriyor.
Rezervasyon işi de tamam, başlıyorum Selanik caddelerini aşındırmaya. Mimarlık okumuyorum ama, yollar ve binalar estetikten oldukça uzak geliyor gözüme, "ulan Avrupa mavrupa ama burda da bi cacık yokmuş be arkadaş!" diyorum bu sefer. Yunan emo gençleri sarmış heryeri, gölgeye oturmuş muhabbet ediyorlar. Doğuya doğru yürürken, yönümü güneye, yani denize çeviriyorum. Ege'yi görmeyeli neredeyse bir sene olmuş. Ben tuzlu suya yaklaştıkça, Selanik sokaklarındaki 'güzel kızlar/bütün kızlar' oranı inanılmaz bir şekilde artıyor! Dibim düşüyor dibim! Böyle bir güzellik, böyle bir zarafet olamaz! İnce bilekli kızlarla dolu bir partideki Güneri Cıvaoğlu gibiyim adeta. "Selanik İzmir'e çok benzer diyorlardı ama İzmir buranın yanında hiç birşeymiş" diyorum. Şimdi deseler; "Mustafa, seni Selanik'e içgüveysi alıcaz, gelir misin?", arkama bakmam giderim!
Aristotelous Meydanı'ndayım. Fotoğraf çekmek için harika bir yer!
Bir önceki caddeden de bir kare görelim:
Hatta yaşlı bir turistten rica ediyorum fotoğramı çekmesi için ve tüm yolculuk boyu vereceğimiz o klasik 'yeni transfer' pozunu veriyorum:
Ege'nin kıyısındayım, tüm sahil boyunca cıvıl cıvıl kafeler, Selanik gençliği keyif çatıyor. Oturup bir frappe içmek, uzaklara dalmak pahalıya patlayabilir. O yüzden sahilde yürümeye başlıyorum. Şehrin sembolü White Tower'a doğru yürüdükçe sahile hayran kalıyorum. White Tower'a vardığımda bayağı bir yol yaptığımı hesaplıyorum haritadan. Gölgeye çömelip frappe değil de su ( nam-ı diğer belediye gazozu ) ile serinleme vaktidir! Lonely Planet'tan White Tower'ın hikâyesini okuyup Bizans müzesini ziyaret etmek için kalkıyorum o rahat çimenlerden.
Bizans Müzesi ve Antik Müze yanyana, ikili bilet kestiriyorum. Şehrin sokakları bakımsız dedim ama müzeleri gerçekten çok iyi durumda! Misafirperverlikleri de müze düzenleri de çok iyi. Truva'ya yakın bir şehirde büyüdüğümden ve çocukluğumdan beri o efsane kentin hikâyelerini dinlediğimden, Antik Yunan konusunda 'bilir kişi' gibi bakıyorum eserlere. İçerisi serin, bünyeye kültür aşılıyorum, daha ne isterim! Büyük İskender İmparatorluğu için Makedonların ve Yunanların yıllardır süregelen bir kavgası vardır, bunu orada da görmek mümkün. "İskender Yunan kütüğüne kayıtlıdır, devletini Makendonya sınırlarında kurmuş olması bizi bağlamaz aga" diyor Sirtakiciler. Bizans İmpatorluğu'nun ana başlıklarıyla tüm ömrünün yazdığı duvarın son satırında '1453' ü görmek ise 'bıyık altından gülmek' denen eyleme itiyor beni.
Müzeden ayrılıyor ve saatin 4'e yaklaştığını farkediyorum. Bir internet cafeye ihtiyacım var. Lonely Planet sağolsun, bana fazla zaman kaybettirmiyor. Acele etmeliyim, oradan da Mustafa Kemal'in evine geçeceğim. Ama sora sora bulmam gerekiyor, haritada yok! İnternet kafede msn'i açtığımdaki kişisel iletim; " komşudayım : ) ". Kafenin sahibi aga geliyor, "5 numara senin doldu, uzatcan mı?" diyor, cevabım "Bana bi milyonluk daha abi" olamıyor tabii.
Selanik Üniversitesi'nin o mükemmel kampüsünün yanından yürüyerek sora sora Mustafa Kemal'in evini arıyorum. Bir saatten fazla zamanımı alıyor bulmak, hatta bir ara bahçesinin arkasından geçmişim ve farketmemişim. Kapıdaki zile basıyorum, 24 saat sonra ilk defa Türkçe konuşuyorum. Zile cevap veren asker, zamanın geçtiğini ve içeriye alamayacağını söylüyor. Bir de fırçayı kayıyor; "Hep geç geliyorsunuz, kapıyı açar mısın diyorsunuz arkadaşım!" diye. Yahu 19 yıllık ömrümün bir günü Selanik'e, Ata'nın evine gelmişim, sen bana neden abuk subuk konuşuyorsun? O ve yanındaki küçük bina Türkiye'nin Selanik Konsolosluğu olduğundan 'mesai saati' kuralı orada da işliyor demekki! Ben de dışarıdan üç beş fotoğraf çekiyorum malesef. Ben deklanşöre basarken, sokakta yürüyen vatandaşların bana baktığını farkediyorum, gururlanıyorum! 'Memleket'in doğduğu yerdeyim, gözlerim yaşarıyor.
3. fotoğraftaki mermer tabloya Türkçe-Yunanca-Fransızca olmak üzere şu cümleler işlenmiş;
" TÜRK MİLLETİNİN BÜYÜK MÜCEDDİDİ VE BALKAN İTTİHADININ MÜZAHİRİ GAZİ MUSTAFA KEMAL BURADA DÜNYAYA GELMİŞTİR. İŞBU LEVHA TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN ONUNCU YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE KONULMUŞTUR. "
Ata'nın evine, Konsolosluğa -memleket toprağına- veda edip, yavaş yavaş gar yolunda başlıyorum yürümeye. Farklı caddelerden dönüyorum bu sefer.
Akşam oluyor... Lockerdan backpackimi alıyorum, karnım acıkmış. Bir ton balığı konserve patlatıyorum gene. "Durmak yok tona devam!" demiştik. Dolduruyorum ekmeğin arasına, o öyle bir tatlı geliyordu Selanik Garı'nın bekleme salonunda.
Saat 22.30'a doğru trenin kalkış vakti yaklaştığından, yükleniyorum ne var ne yok, perona taşıyorum çantalarımı. Fakat ortada tren mren yok! Uyarıyı almışım ama daha Türkiye'deyken. Tren geliyor ama benim vagon yok ortada bu sefer de! Yarım saat kadar bir sürede yeni vagon ekliyorlar trene. Bakalım koltuğu bulabilecek miyiz?
Trene biniyorum, Neil Armstrong'un 1969'un 21 Temmuz'unda Ay yüzeyinde attığı kadar bile adım atamadan bir kız koluma dokunuyor, "gel yanıma" diyor! Buyur burdan yak! Ne iş acaba?! Benim oturacağım yer belli diyorum, ısrar ediyor. Benim koltuğu buluyoruz, o da yanımdaki boş koltuğa oturuyor. Saçlarımı çok beğendiğini söylüyor, tanışıyoruz ardından. Muhabbete başlıyoruz. "Avrupa kızı rahat arkadaş" satırının yanına bir tik geliyor benden. Yola çıkmadan da almışız eşten dostan gazı, yüzümde güller açıyor. Muhabbet sardıkça sarıyor, mp3 player'ından Yunanca şarkılar açıyor. Daha 15 dakika olmamış, elimi de tutuyor! "Bu işte var bir iş, beni katakulliye getirmesin bu kız?" diyorum. O sırada kızın oturduğu koltuğun rezervasyonuna sahip başka bir kız geliyor, o koltukta kendisinin oturması gerektiğini söylüyor. "Sen geç güzelim yerine, senin oturduğun yerin de sahibi gelirse gelir asıl yerine oturursun" diyerek yolluyoruz onu. Bizim kızla muhabbet iyi ama kızın ineceği yere varıyoruz. Meğer ailesi o kasabada yaşıyormuş, kız ise Selanik'te çalışıyormus. İnerken söylüyor bunu. Yani gitsek gitsek sadece yarım saat gidiyoruz yanyana.
Kız iniyor, hop bizim diğer kız damlıyor! Hey gidi Avrupa be, bolluk var bolluk! Bu kızcağız daha bir sıcak, daha bir sevecen çıkıyor. Adı Eirini. Selanik'e erkek arkadaşını görmeye gelmiş, Atina'ya evine dönüyor. Zamanında onun yaptığını ben de İstanbul-Çanakkale hattında yapardım, anlayabiliyorum biraz onu. Konuşuyoruz havadan sudan, muhabbetin konusu Eirini'nin göbeğindeki piercingini bana göstermesine sebep olacak hususlar bile oluyor. O da defterime Yunanca birşeyler karalıyor, ikimizin makineleriyle de hatıra fotoğraflarımızı çekiyoruz.
Selanik-Atina yolundayım. Yanımda hoş sohbet, şirin bir Yunan kızı. Üzerimde sıfır sorumluluk, keyifliyim. Gün içinde aldığım Reggina'yı içiyorum, bünyeyi önceki gece gibi mayıştırıyorum, "Selanik güzeldi, şimdi uyku zamanıdır" diyip koyuyorum kafayı.
İstikamet başkent. Sabah bizim eski dostlarla buluşup, Atina'yı birlikte keşfedeceğiz.
Ardından Adriyatik...
Interrail Anıları, 1.Gün
Ergene Havzası'nda yol aldıkça, günebakan ve çeltik tarlaları göze çarpıyor. Sık sık eski istasyonlarda duruyor, yolcu alıyor ve bir TCDD treninden daha çok köy arabasına benzemeye başlıyoruz. Meriç'e yaklaştıkça heyecanım yükseliyor, telefonumun ulaşılabilir olduğu son saatlerde eşi dostu arıyorum. Maksat Avrupa yolunda olduğumu herkese duyurmak, bir güzel gazımı yapmak.
Artık tepemizde Avrupa Birliği bayrağı dalgalanıyor. Yunan Polisi vagonun içine geliyor ve pasportlarımızı topluyor. Sadece Türk vatandaşlarına nereye gittiklerini soruyor. Sıra bana geldiğinde "İtalya'ya" diyorum. Sonra aşağıya inmemize müsade ediyor, ve Avrupa'ya ilk adım!
Yaş 19, iki ayak da Avrupa topraklarına basıyor! Büyük heyecan var.
Emre Abi "bir gara indiğinde ilk olarak bir sonraki durağın için tren seferlerine bak" dediğinden, bilet gişesine gidiyorum hemen. İlk tren seferi hemen bir saat sonra, fakat 6,5 Euro ekstra ücreti olduğundan o trene binip binemmekte kararsız kalıyorum. Bir sonraki tren ise gece 10.30'da. 7-8 saat orada beklemek de var! Uzunköprü'nün hemen karşısında olduğumuzdan telefonum hâlâ çekiyor. Kıvançla konuşuyorum ve bizim Atina'da buluşma olayını kararlaştırıyoruz. Karara göre; gece trenini bekleyeceğim ve sabah Selanik'e indikten sonra şehri gezip yine gece treniyle Atina'ya geçeceğim. Onlar da 3 tren kullanarak, aralıksız 24 saat yolculuk ile 22 Ağustos sabahı Atina'da olacaklar. O ara pasaportlarımızı dağıtıyor Yunan sınır polisi.
Trenden inen diğer Türkler bir saat sonraki trene rezervasyon yaptırıyorlar. Orada birkaçıyla rotaları üzerine sohbet ediyoruz, çoğu Akdeniz ülkelerini gezeceklerini söylüyor. Bizi getiren tren Uzunköprü'ye geri dönüyor, şeflerle vedalaşıyoruz.
O bir saat de geçiyor, benim dışımda kimlerin gece trenine rezervasyon yaptırdığını henüz bilmiyorum. Gara gelen Selanik trenine nerdeyse herkes biniyor. Ben trene el sallarken bana eşlik sadece bir kişi var! Tren hareket ettiğinde, kafamı sağa çeviriyor, elimi uzatıyorum. Tanışıyoruz, adının "Matteo" olduğunu söylüyor. Çantalarımızın yanına, gölgeye dönerken espriyi patlatıyor; "Burada eğlenecek çok şey var!".
Pythion istasyonu öyle bir yer ki; griye boyalı çok eski bir ahşap bina düşünün, etrafta pırnallar ve çalılar. Köpek bağlasan durmaz! Karnım acıkıyor, oradaki çakma bakkaldan bir ekmek alıyorum. Matteo'yla benim ton balıklarından bir tane açıp öğünü geçiriyoruz. Saatler geçtikçe samimiyetimiz artıyor bizim İtalyanla. Bekleme odasında bir dama buluyor, iki oyun çeviriyoruz. Sıcak eleman, maşallahı var. Canımız sıkılıyor, daha çok vaktimiz var diyip ilerideki köye doğru yürümeye başlıyoruz. Çantalar da sırtımızda! Anamız ağlıyor sıcakta. Köye giriyoruz ama yolda insan yok be arkadaş! En fazla 10 dakika iki sokakta yürüyüp gara geri dönüyoruz. Köpekler falan dalaşıyor yolda. Beklentilerimi karşılayamıyor Avrupa topraklarındaki ilk saatlerim.
Zaman geçiyor, hava kararmaya başlıyor. Sivrisinekler de etrafımızda. Garda sadece biz ve onlar var! Rayların üzerine çöküyor, benim viskiyi açıyoruz. O da sağolsun birkaç sarma sigara sarıyor. Muhabbet alıyor başını gidiyor, benim İngilizce de açılıyor. İtalyan futbolu konuşuyoruz. Kendisi Milanolu olduğundan sohbetin ana konusu Milan-Inter derbileri oluyor. Çok ilginç taraftar hikâyeleri anlatıyor bana. "Milano'ya gelirsen misafirim ol, seni San Siro'ya da götürürüm diyor", benim gözler fırlıyor yerinden! Daha o dakikalardan Milano'da görüşmenin sözünü veriyorum Matteo'ya. Fakat, henüz habersizim; benden iki yıl sonra Milano'ya gidecek arkadaşlarımı bile ağırlayacak kadar büyük bir dost kazandığımdan. Trenin gelmesine bir iki saat var, Matteo otların arasında bulduğu hortumla bir duş alıyor...
'Viski-sigara'ya devam ediyoruz. Bünyeleri mayıştırıyor, uykuya hazır hâle getiriyoruz. Tren sonunda geliyor, saat ise 11.
O tren, o gece, Pythion'dan sadece iki yolcu, iki sıkı dost alıyor. İçeride çantalarımızı yerleştirmemiz, koltuklarımıza oturmamız ve uyuyakalmamız en fazla 10 dakikamızı alıyor.
Yorulmuşuz.
Sabaha "İzmir'e çok benzer" dedikleri, Büyük İskender'in imparatorluğunun yeşerdiği, Mustafa Kemal'in doğduğu topraklarda; Selanik'te olacağız...
( Yazılış tarihi: 20.08.2009 )